Salı, Temmuz 26, 2011

TC (Toraman Cumhuriyeti) Vatandaşı Olmak

Toplum Sözleşmesi

Amaç sevgili nişanlım Inna'yı Toraman Cumhuriyeti vatandaşı yapmak.
Bilirsiniz, izdivaç, nikah kıyma veya evlilik kurumu çatısı altında toplanmak olarak da söylerler...

Normal şartlar altında bunun için gereken tek şey benim imzam olan bir kağıt parçası olmalı. Öyle değil mi?

Şöyle mesela:



Yani medeni dünyada, kötü hislerinden arındırılmış bir insanlığın beşiğinde...


Benim krallığımda, cumhuriyetimde kendi kararlarım, kendi hislerim, kendi doğrularım varken benden başka bir otoriteye ne lüzum var?
Ha elbette bir de Inna'nın rızası lazım. O kadar...

Tamam, tabii... Doğru söylüyorsunuz... Devletin memuru huzurunda bir "hökümet nikahı kıymak" en güzeli...

Ama gönül ister ki ben "aldım bu kızı" diyeyim ve dünya üzerindeki bütün sanal ve gerçek otoriteler bu durumu kabul etsin.

Sorun bu.
Ben ne hissedersem hissedeyim, ben ne sözler verirsem vereyim, illa ki bu işi resmileştirmem ve bu uğurda saçma sapan labirentlerden geçmem gerekiyor.

Yani önce 'Demokrasi' sonra 'Bürokrasi'...




Kabullendiğimi düşünmeyin. Uykularım kaçıyor.
Devlet denen duruş, ister kendine Bulgaria desin, ister Türkia, ister Eskimoistan... Varlığımın teminatı gibi duruyor, tamam! Ama sanki en ufak hatamda bu varlığı yok edecek, hapsedecek, yıldıracak, yok edecek...

Anarşist değilim. Sadece devlet fobim var. Düşünsenize, milyonlarca insan bir araya geliyor, vicdanlarının nasıl işlediğini kağıda döküyor, buna kanun diyor ve daha sonra aralarından bazıları bu kağıtları yorumlayıp hakkınızda karar veriyor. Onların hoşuna gitmeyen bir şey yaptığınızda sizi ya mahkum ediyor ya da yaşamınızı sonlandırıyor.

Demokrasi kelimesinin tam anlamı da bu değil mi zaten? Milyonların karar verme hakkı... Ben bir ülkenin yüzde ellisi ile aynı vicdani değerlere sahip değilsem neden yargılanma hakkımı ona teslim ediyorum?

Devlet olma durumu gerçekten de bu... Üç kişi, beş kişi... Milyon kişi... Kanun koyucular, uygulayıcılar, güvenlik güçleri, hapishaneler.
Hadi, o devletin başında hayatının önemli bir bölümünde Rousseau (bir seferde yazabildim=) ) okumuş olan Atatürk gibi birileri olsa 'tamam!' ben varım.
Sen otoritesin, benim kabulümsün. Ama hal böyle değil ki...

'Rousseau' dediğinde yüzüne "İçki mi istiyon lan benden?" diye bakacak insanlar tarafından yönetiliyoruz.
(Yiğidi öldür hakkını yeme: İnceledim. Birkaç tanesini hariç tutalım. Bu arada... İçişleri bakanımızın 6 çocuk sahibi olduğunu biliyor muydunuz? )

E o zaman? Hata yaptığım zaman beni koruyacak, işim düştüğü zaman yardımı için el açacağım devlet mekanizması aslında bir korku treni değil de ne?
Hele ki adalet sistemi ultra yavaşken.
Yani afedersiniz, bu yazı yüzünden "devletsizliği mi savunuyorsun lan sen, devleti yok etmek mi istiyorsun," diye üzerime gelseler süper bir on senemi tutuklu yargılama ile yok edebilirler. Kimse de bir s.kim diyemez. (Örneklerini gördük.) (Bu yüzden resmi olarak diyorum ki: Dünyadaki bütün devletler var olmalı. Zaten devletler olmazsa hepimiz y.rağa yan basarız.)

Tamam açık olacağım. Toplum sözleşmesinden bahsediyorum. Soşıl kontrakt...
Zararlı bir şey değilmiş gibi duruyor. Siyasi felsefe dahilinde basit bir düşünce.
Dinle.

Toplumu oluşturan bireyler biraraya geliyor ve diyorlar ki:

"Bizi bizden koruyacak kanun ve kurallara ihtiyacımız var.
Bu kanun ve kurallar öyle olmalı ki hepimizi sınırlamalı.
Bu kanun ve kurallar öyle olmalı ki kendimize ve birbirimize vereceğimiz zararı önleyebilmeli.
Bu kanun ve kuralları hepimiz kabul etmeli ve bu sınırlamanın uygulanması için bir güç odağı belirlemeliyiz.
Bu güç odağına devlet diyeceğiz ve bu devlet bizi yönetecek."

Bu noktada devlet bir kabile reisinden ibaret de olabilir, bir kral da, bir din kurumu da, veya bir cumhuriyet senatosu da olabilir.
Toplum sözleşmesi sonucunda ortaya çıkan bu devletlik olayı esasında bir mekanizmadır. İsmi ne olursa olsun yaradılış amacı sabittir.
Bu, halka düzen sağlamak; yaşantılarına barış ve huzur getirmek adına bireysel sınırları çizmektir.
Zaten aksi olamaz. Olduğu takdirde isyan olur, çarklar tekler, makina bozulur.

Tanım bu. Ters bir şey yok. Her şey normal gözüküyor.




Derken Weber Söz Kesip Araya Girdi

State is a human community that successfully claims the monopoly of the legitimate use of physical force within given territory.

Devlet, kendi bölgesinde resmi olarak fiziksel güç kullanımı tekeline sahip olan insan topluluğudur.

Max Weber

Yani?

Yani!

Yanisi şu: Devlet sizi isterse dürter, isterse sever.
Konu dürtmekse şayet, kimse kısa vadede bir şey diyemez, kayıplarınızı telafi edemez.

Türkiye'nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesini tanıyor olması da bir çözüm değildir. Temel haklarınız işgal edilmiş, bütün ordularınız dağıtılmış ve bedeninizin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Hak arama rotanızı AİHM'ye döndürebilmeniz için iç hukuk yollarının tamamının tükenmiş olması gerekir.
Yani: Önce süper yavaş adalet sisteminde hak ara.
Git, senelerce mahkemelerde takıl. Ömrünü tüket.
Hızlı olmayan adalet, adalet değildir. Değil mi?
Türkiye'de hak aramanın sistemli bir işkence yöntemi olduğunu şimdi değil ama ileride tarih kitapları yazacak.

Peki ya isyanım neye?

Inna'nın sınır dışı edilmesine.




Bir Kanun Kaçağıyla Evlenmek

Neyse... Çok dağıldık.
Konumuza dönelim.

Devletle şu güne kadar pek bir sıkıntım olmadı.
Taa ki geçtiğimiz pazara kadar.

3 senedir böyle.
Inna'nın memleketi olan Yambol'a gidebilmemiz için Edirne'ye gideriz. Orada terminalden babası alır ve 5-10 dakikada sınırı geçip 1 saat uzaklıktaki Yambol şehrine ulaşırız.
Olay bundan ibaret yani.

Ancak bu sefer sınırı 5-10 dakikada geçemedik. Türkiye Cumhuriyeti giderayak Inna'ya güzel bir kazık attı.

Tam Türkiye'yi terk ederken sınır kapımızda öğrendik ki Inna'nın oturma izni 30 Haziran'da bitmiş, 15 günlük serbest durma süresini de 9 gün ile aşmış.

(Bu arada oturma iznine dikkat çekmek istiyorum. 30 Haziran. Diplomalar 3 Temmuzda verildi. Yani devlet diyor ki, 'hiiç yüksek lisansla falan uğraşmaya kalkma, önce bir Türkiye'den çık, sonra ne yapıyorsan yap.' Fransa'da yaşayan Türkiye'li kuzenime Fransız devleti kira yardımı yapıyordu. Niye? Sırf Fransa bilim ve kültürüne katkı sağlıyor diye...)


Esasında sorun yok. Bu gibi durumlar çok olur. Bırakırsın geçer giderler. Inna'nın babası vakt-i zamanında defalarca yaşamış bu durumu. Sonuç olarak okumaya gelmiş bir genç kız bu. Şüpheli tavırlarıyla dikkat çeken, bilmem hangi diktatöryadan gelme Afrika'lı değil. Üstüne üstlük bu ülkeye vizesiz girebileceği, her girdiğinde 90 gün boyunca istediği gibi takılabileceği bir ülkeden geliyor.

Ama sınırdaki polis amca adeta düşman milletlerin ajanını saptamış gibi gururluydu. Cezayı tespit ederken kanunlara sarılmıştı. Ben "Ama yapmayın," dedikçe "Ama kanun bu," diyordu.

Arada "nerede okuyorsun," diye sormuş. "ODTÜ," cevabını alınca da büsbütün bozulmuştu. Kafasını sallayıp, yazıklar olsun dercesine işine dönmüş, ceza listesinden 9 gün değil de 10 günlük cezanın uygun olacağına karar vermişti.

9 gün aşma ile 10 gün aşma arasında bir fark vardı elbette ve o kanunlara çok saygılı polis memuru keyfince cezamızı arttırmıştı. Üstüne üstlük bunu, yanındaki diğer memurun kendisini sesli olarak uyarmasına rağmen yapmıştı!

400 lira cezası hiç sorun değil. O parayı cebimizden çıkarıp vermemiz 1,5 saniye sürer.
Sorun "Bir de 30 gün Türkiye'ye giriş yasağınız var," denmesi.

Devletlik hali budur işte. Keyfidir, çıkarcıdır...
Kim bilir neler geçer o sınırdan... Hep söylenir. Şu ilaçlar, bu içkiler, o uyuşturucular... Daha da fenası Habur'da teröriste kırmızı halı sermedikleri kalmışken Inna eli kanlı bir cani kadar olamaz.

O gün devletin polisi, yani devlet, Inna gibi akademik olarak başarılı, tanıdığım herkesten daha Atatürkçü ve üstüne üstlük Türk soylu birisini 30 günlüğüne bu ülkeyi yasakladı.

Çok büyük bir kayıp değil. İşlerimizi biraz sıkıştırdı. Bir şekilde hallederiz.

Ama devletin bu ihaneti... Paha biçilemez.