Pazartesi, Haziran 04, 2012

My Fucked Up Fantasy World

Note: This blog will not make any sense, if you don't follow the instructions.

Click on the video and listen several times. (It repeats itself for twenty five seconds)
Read the verses along the way.



Far Over the Misty Mountains Cold,
To Dungeons Deep and Caverns Old,
The Pines were Roaring on The Heights,
The Winds were Moaning in the Night,
The Fire was Red, it Flaming Spread,
The Trees Like Torches Blazed with Light.



Breathe in, breathe out.

Now, one more time.


Far Over the Misty Mountains Cold,
To Dungeons Deep and Caverns Old,
The Pines were Roaring on The Heights,
The Winds were Moaning in the Night,
The Fire was Red, it Flaming Spread,
The Trees Like Torches Blazed with Light.




Now hear my words,
which is a confession.
I have been mistaken.
How many times have I refused to acknowledge Tolkien's fantasy genius;
Refused his epic story telling skills; and not saw, how it was not authored, but created as if the life breathed on the pages.
I was spiteful in a way.
I thought, these campaign-setting novels were better.
I thought, he didn't tell anything other than a draggy adventure spread onto a thousand page.
I scolded a lot about it; and even said that (may god save my soul), it was overrated.

But now I see my folly.
His way of putting the Middle Earth together cannot be grasped easily.
That being said, I thought I did.
I think we all did.
Because when I listen to this song I remember that I've mistaken the fantasy role playing to the sessions of ego-boosting, frivolous adventuring.

Listen to the misty mountains...

The purity of these verses crushes your level 40 fighter/ranger/priest or one-xp-away-to-be-demigod-wizards or sorcerers.

Not just yours, every one of ours...


Pazartesi, Mayıs 14, 2012

Pornocu Leydiler Diyarı


Tamam; Türkiye'de bir şeyler çok kötü gidiyor, ama sövüp saymadan önce doğru olmaya dikkat etmek lazım.

En basitinden "Avrupa'da böyle mi yeaa," diye nara atmaya lüzum yok.
Evet, ben attım. Derken, acılı deneyimlerle pek çok şeyin "böyle" olabileceğini öğrendim. Tam ona şaşırırken, bazı şeylerin daha beter bile olabileceğini gördüm. Üstüne üstlük bütün bunlar Avrupa'nın en gelişmiş 3 ülkesinden birinde gerçekleşti.
Bu bir hataydı, öğrendim; bir daha yapmaz oldum.

Tabii ki bütün bunlar çok normal şeyler. Baksanıza Başbakanın bizzat kendisi de aynı hatayı yaptı. Devlet eliyle tiyatroculuk mu olur, yok böyle şey Avrupa'da dedi; Avrupa'da böyle şeylerin olduğu ortaya çıktı.

Milletimiz için Avrupa hem tarihi düşman hem de bir kıstas. Bunun etnik-kültürel-antropolojik bir takım sebepleri var elbette. Kimi zaman "Elin Gavuru" olan Avrupa, yeri geldiğinde eylemlerimiz adına en önemli cetvel kabul ediliyor; sunulacak takdirin boyutları ona göre düzenleniyor.
(emin olun: üzerine doktora tezi yazsanız da bu işin sırrını çözemezsiniz)
(emin olun: aynı hikaye Ortadoğu'da, Kafkaslar'da, Balkanlar'da da benzer bir biçimde yaşanıyor)

E, öyleyse kıyaslamayacak mıyız? Hayır! Asla... Kıyaslamak şart. Hem de aynen Avrupa'yla, Amerika'yla. Veya daha düzgün betimlemek gerekirse: Antik bilgiyi, Rönesansı, Aydınlanmayı, Post Modernizmi kendine kerteriz almış kim varsa, onunla!
Sakınılması gereken yanlış ise "kıyasladıklarımızı tanrılaştırmak" veya "olmadıkları yerlere koymak".



Peki esas konu ne?



Tabii ki de PORNO!
(gülümseyen surat)

Biz BTK'nın güvenli internet nanesine küfrederken Britanya'nın önemli internet servis sağlayıcılarından TalkTalk olayı devreye soktu.
Hem de önemli bir farkla: Türkiye'de güvenli internet istiyorsanız servis sağlayıcınızı arayıp "yap şu işi kardeş," demeniz gerekiyor; TalkTalk kullanıcısı Britanyalılar ise güvenli internet istemediklerinde servis sağlayıcılarını arıyorlar. Yani bağlantı kapınıza geldiğinde kullanıcıya sunulan halihazırdaki seçenek maalesef "güvenli olan".

BTK'yı alkışlamayacağım elbette. Güvenli internet tamamen oy ve makam kaygısıyla desteklenen, geliştirilen bir şey. Masum "kelime tanımının" arkasında ne hesaplar döndü kim bilir. Ama şunu biliyorum, TalkTalk müşterisi olmaktansa BTK'nın sevgili kulu TTNET'in müşterisi olmayı yeğlerim.

Diğer Taraftan: Güvenli İnternet Neden Gerekli?
Düşün... 40 yaşında Someone'iye Hanım. Ev hanımı. İyi dolma sarar.
12 yaşında bir çocuğu var, ismi Haydutcan.
Someone'iye teyze facebook'a girerken bile Haydutcan'a soruyor, "nereye basıyorduk," diye. Şimdi bu kadından Windows'un default güvenlik ayarlarını değiştirip, built-in sistemlerle ev bilgisayarına çocuk filtresi koymasını bekleyebilir miyiz? Hayır.
Onun yerine Someone'iye Hanım n'apıyor; 444 0 375'i arıyor. "Şu bizim interneti bi güvenliyin lütfen rica etcem," diyor.
Soru: İyi de neden filtre gerekiyor?
Cevap: Haydutcan haydut olmasın veya haydut olma ihtimali azalsın diye.
Şimdi şöyle,
Someone'iye hanım biraz gerizekalı. Bilime falan inanmıyor. Onun bir şeyleri öğrenebilmesi için sabah programlarında doktorların bas bas bağırması gerekiyor. Haliyle Haydutcan da genetik olarak biraz öyle. Pipisini elektrikli süpürgeye kıstırabilecek zekaya sahip.
12 yaşında bir veledin beyni internette öğrendiği manyakça şeyleri okuldaki arkadaşları üzerinde denemesine müsade ediyor.
Ve ilk kurbanları da senin benim çocuğum oluyor.
Anlatabildim mi?
Sen istediğin kadar iyi yetiştir çocuğunu; başkasının çocuğu sapıttığında gelir seninkini ezer veya yoldan çıkarır.
Hah! Ekstrem örnek. Bu tür şeyler olmuyor. Çocuk gelişimini etkileyen bir milyar faktör falan var. Katılıyorum. Böyle bir şey olmaya bilir de.

Ancak hayat, olasılıkların belirli noktalarda yoğunlaşıp belirli noktalarda seyrekleşmesiyle oluşur.


O altına imzanızı attığınız toplum sözleşmesi de devleti bu olasılıkları kontrol etmeye iter. Ve maalesef, bu doğru bir harekettir.
Haydutcan gibi veletler ne kadar az ceset fotoğrafı görür, ne kadar az pornoyla karşılaşırsa toplum düzeni o kadar iyi olur.


Olay bu,
Can Toraman.



Beni tanıyan 40 yaş üstü insanlar, lütfen bu satırdan sonrasını okumayın.



Laflarıımdan AKP yandaşı olduğumu çıkaran gerizekalılar varsa,
tekrar ediyorum:
Hepinizin ta amına koyim.
Oldu mu?





Photo: Ramberg Media Images

Pazar, Nisan 08, 2012

Drakula Üzerine

[not: vampirler edebiyatta gerçek; gerçek hayatta edebiyattır.]
[not: vampir edebiyatı ve ryo'ları ile ilgilenmiyorsanız yazının devamını okumayın]
[not: Yaşlı adam, "İlüminati gençleri işte böyle zehirliyor," diye fısıldadı. Gözleri gerçeğin ateşiyle parlıyordu. Yerinden doğruldu ve şömineye bir odun daha attı.]



"I shall cut off her head and fill her mouth with garlic, and I shall drive a stake through her body" -Abraham Van Helsing, M.D., D.Ph., D.Litt., etc.





Bram Stoker'ı, ölümünün yüzüncü yılında anıyorduk ve -old- World of Darkness insanları için bir Dracula incelemesi yapmanın zamanı çoktan gelmişti.

Aslında böyle bir şey yazmayı çok uzun süreden beri istiyordum. Genellikle FRP camiasında veya vampir edebiyatıyla ilgilenen kişilerle muhabbet ederken birisi çıkar ve "Abi vampirler gümüşten etkileniyor mu şimdi?" diye sorar. İlk tepkim içimde kabarak ufak sinir harbini yatıştırmak ve "Nerede?" diye sormak olur.
"Hangi sistemde, hangi yazarın mitinde?"

"Yani, işte genelde."

"Genelde diye bir şey yok. Her yazar farklı bir şey kurgular ve hepsininki kendi içinde doğrudur. Ha ama sen illa ki bir otoriter görüş istiyorsan... Bu işin temeli Drakula'dır. Drakula'da da gümüş vampirlere dokunmaz."



Tür: Gotik.
Dracula, yazım itibariyle Gotik Edebiyatın esaslı bir örneğidir.
Belirtmeliyim; Gotik edebiyatı günümüzün korku edebiyatıyla karıştırılıyor. Durum esasında öyle değil.

Gotik edebiyat, romantizm akımının folklorik korku öğeleriyle birleşmesiyle meydana gelmiş, ancak günümüz anaakım okuyucuları için ağır ve hatta bazen sıkıcı bile olabilen, özel bir türdür. En yılmaz Edgar Allan Poe hayranları bile bu türün kimi örnekleri karşısında kurdeşen dökecek kadar bunalabilir. Tabii ki, 18inci ve 19uncuyüzyıl edebiyatında bir alt tür olan Gotik edebiyatı, 21inci yüzyıl korku edebiyatıyla kıyaslamaya kalkarsak büyük bir yanlışa düşeriz.

"O günkü okura göre yazılmıştır," demek bile bu türün kıymetine dokunan bir leke olacaktır. Romantizm kendi içinde bütünlüğü ve sırları olan bir türdür. Gotik edebiyat, ağır ve yavaş değildir. Bilakis, kendi içinde olabildiğince sade ve yeterince hızlıdır. Hele ki yararcı bir açıdan inceleyip türün bugünkü satış rakamlarına hiç bakmamak gerekir. Gerçi Gotik edebiyatın yarattığı kapital az da değildir; zira, bugünkü milyon dolarlık doğaüstü kurgu piyasasının (romanlar, oyunlar, filmler ve diziler) temellerini o atmış, fenomenlere o sebep olmuştur.



Karakter: Canavar.
Kont Drakula bir canavardır; vampir değildir.
Hayır, elbette vampirdir; ancak romandaki yedi ana karakter için o 'vampirik şey' esasında bir canavardır.
Günümüz vampir karakterlerine baktığımızda genellikle fazlasıyla insanileştirilmiş karakterler karşımıza çıkar. (Başta Masquerade'dekiler olmak üzere, kimi kadim vampiri saymıyorum)
Bunun sebebi çağdaş kurgunun gereksinimleridir. 21inci yüzyıl'da vampirler, antagonistten ziyade ana karater olmuş, antagonist olanları bile kurgu örgüsünü zenginleştirebilmek için insanileştirilmiştir.

İnsanileştirmek lafım yanlış anlaşılmasın. Buradaki insaniyet, Hitler'i de, Rumi'yi de aynı anda içine alan bir insanlık kümesidir.
İyisiyle ve kötüsüyle; en nihayetinde iç çekişmeleri, davaları olan; bu davaları insani vasıflara dayandıran bir vampir kimliği ortaya çıkmıştır.

Bu oluşum 20. ve 21. yüzyıla egemen olan felsefi akımlardan kaynaklanır. (Varoluşçuluk, Modernizm, Postmodernizm derken ortaya çıkan kolektif zihin...)
Artık insanlar, 'güçlenmiş', 'değişmiş', 'lanetlenmiş', 'v2.0' olmuş insan karakterlerine rağbet etmektedir. Kendini yerine koymak istedikleri şey budur. Vampir -ve diğer doğaüstü- karakterler, değişmek, öteye geçmek için bir kapıdır.
Kont Drakula ise insaniyet namına neredeyse hiçbir şey taşımaz.
Bir yabancıdır. Klinik tanımıyla, bir psikopattır.

Coppola'nın çektiği filmde arkaplanda bir aşk hikayesi görmekte, Kont Drakula'nın insani tarafına tanıklık etmekteyiz. Oysa ki, Kont Drakula romanda deneyler yapan bir çocuk olarak tanımlanır. (Sizi bilmem ama çocuklar beni her zaman korkutmuştur. İnsanlığın maskesinin düştüğü anın çocuklarda gizli olduğuna inanırım. Acımasızlık, açgözlülük ve kin hakimiyetindeki davranışları, toplumsal kurallar ile daha bastırılmamıştır. Bu şekilde bakıldığında romandaki Drakula da tam anlamıyla bir çocuktur.)

Stoker bahis konusu Kont olduğunda aşktan bahsetmez. Tanımlanmamış cinsel bir çekim ile önce Lucy Westenra'ya sonra da Mina Murray'e musallat olur. Onlardan beslenme arzusu ve onları vampire çevirme isteğinden başka bir şey görmeyiz. İşte bu, Drakula'yı canavar yapan en önemli detaydır. Saldırganlığının sebebi yalnızca 'istemek'ten ileri gelmektedir. Başka hiçbir şey değildir.


Görüntü: Çirkin
Coppola'nın Bram Stoker's Dracula filminde Kont Drakula'yı oynayan Gary Oldman, romandaki karaktere kıyasla biraz fazla yakışıklıdır.
Romandaki görüntü, karakterin canavarlığını desteklercesine grotesktir.
İnce uzun bir adam olan Kont'un gagayı andıran bir burnu, simsiyah bıyıkları ve ucu sivri bir sakalı vardır. Kıpkırmızı dudaklar, soluk bir ten ve her zaman çok keskin olduğu gözlemlenebilen dişler (yalnızca köpek dişleri değil!) bu imajın tamamlayıcılarıdır. Kont, beslendikçe gençleşir ve daha sağlıklı bir görünüm kazanır; ancak hiçbir zaman güzelleşmez. Sinirlendiğinde ise gözlerinde kırmızı bir ışık belirir.


Kimlik
Bram Stoker bilindiği gibi Kont Drakula'yı Vlad Tepes'ten esinlenerek yaratmıştır. Romanda Kont'un soyunu Szekely'lere (bir grup Macar) dayandırmaktadır. Slovak ve Tzigan (Balkan: Çingene) halklarıyla iletişimi dışında dış dünya ile neredeyse hiç bağlantısı yoktur. Arka plan için anlatılan general kimliğinde ise kendi askerlerini Türkler tarafından imha edilmesi için bırakan korkak-acımasız bir adam görmekteyiz.




Zayıflıkları
"Edebiyatta her canavarın bir zayıf noktası vardır," dendiği anda birileri çıkıp Cthulhu'yu örnek gösterir ve aniden hava kararır.
Yüce Eskilerin olmasa da, dünyanın en popüler vampirinin zayıflıkları vardır.

Kutsal:
Kont Drakula kendisine yöneltilen haçtan çekinmekte, üzerine haçla gidildiğinde kaçmaktadır. Ancak haçla temas halinde yanma gibi bir olgu gözlenmez. Romanın ilk bölümlerinde, Kont, öfkelendiği bir anda kaza eseri Jonathan Harker'ın boynundaki haçlı tespihe dokunmış ve tam o anda öfkesi yok olmuştur.
Kutsal Ekmek diğer vampir hikayelerinde neredeyse hiç rastlanmasa da Drakula'da çok güçlü bir silahtır. Kont ve diğer vampirler kutsal ekmekle çizilmiş bir sınırı asla geçemezler. Yavaşça vampire dönüşmekte olan Mina Harker'ın alnına dokunan bir kutsal ekmek parçası cildini dağlamış, ona içindeki zehri anımsatan bir iz bırakmıştır. (Bu iz Drakula Hakkın rahmetine kavuştuğunda yok olur.)
Kutsal mekanlara girip girememe konusuna değinilmemiştir, ancak Kont'un Londra'da satın aldığı ve yaşadığı evlerden birinin eski bir manastır olduğunu görmekteyiz.

Aynalar ve Gölgeler:
Kont'un aynalarda yansıması görünmez ve kalesinde hiç ayna yoktur. Bunların dışında Jonathan Harker, Kont'un gölgesinin de olmadığına şahitlik etmektedir.

Sarımsak:
Romanda, başta çiçekleri olmak üzere, sarımsağı güçlü bir çözüm olarak görmekteyiz . Sarımsak çiçeklerinden yapılmış bir kolye, Kont'un Lucy Westenra'dan beslenmesini engellemiştir. Yine benzer bir biçimde Van Helsing odaların bazı yerlerine sarımsak koyup bunu bir 'uzaklaştırıcı' olarak kullanmıştır. Vampire dönüşmüş Lucy'i öldürmenin en kesin yöntemi olarak da şöyle demektedir: "Onun kafasını keseceğim, ağzını sarımsakla dolduracağım ve vücuduna bir kazık çakacağım."
Bunların dışında, romandaki bir sahnede Kont'un sarımsak çiçeğinden kolyeyi gördüğünde sinirlendiğini anlıyoruz.

Kazık Çakma ve, Racon Değil, Kafa Kesme:
Kont Drakula'nın Transilvanya'daki gelinleri kafaları kesildiğinde toza dönüşüp yok olmuşlardır. Buna karşın Kont önce boğazı kesilerek zayıf düşürülmüş ardından kalbine saplanan bir bıçakla imha edilmiş; toza dönüşmüştür. Buradaki önemli husus kazığın tahta veya gümüş gibi bir malzeme olmasının zorunlu olmamasıdır. Lord Godalming'in Lucy Westenra'nın kalbine çaktığı kazık, sivriltilmiş ve ucu yakılarak sertleştirilmiş tahta bir kazıktır. Bu kazığın tahta olmasının özel bir sebebi olmadığını, taşımasının rahat olmasından kaynaklandığını düşünebiliriz.

Vampirliğinden bu şekilde arındırılan kişilerin ruhlarının huzura ermediği aşikardır. Bu yüzden Vampir Lucy yok edilirken Van Helsing İncil'den gerekli ayetleri okuyarak ruhunu özgür bırakmıştır.

Gün Işığı:
Sanılanın aksine güneş ışığının Drakula üzerinde ölümcül bir etkisi yoktur. Elbette gündüzleri doğaötesi güçleri azalır; ancak kendini tabuta kapatıp uyumak zorunda değildir. Bazı sahnelerde Kont'u gündüz vakti dışarıda görmekteyiz.

Akan Su:
Folklorik efsanelere göre vampirler akmakta olan suyu (nehir, dere, çay) geçemezler. Drakula da bu şekilde sınırlanmıştır. Kendi arzusuyla -iradesiyle- akan suyu geçemez; fakat bir başkasının onu taşıyarak geçirmesi ile bu sorunu aşabilir. Denizden karaya çıkmak ise onun için sorun değildir. Keza, romanın en başında Whitby'e yanaşan Demeter adlı gemiden karaya atlayan iri köpek Drakula'nın ta kendisidir!

Davet Edilmeden Girememe: Kont içeriden birisi tarafından davet edilmeden hiçbir konuta giremez. Davetin bir kere gerçekleştirilmiş olması ise defalarca girip çıkabilmesi için yeterlidir. Romanda Renfield adlı akıl hastası Drakula'nın sözlerine kanmış ve onu hastane-ev'e davet etmiş, Mina Harker'dan beslenmeye başlamasına sebep olmuştur. Unutmamak gerekir ki Renfield evin sahibi değil; yalnızca evde yaşayanlardan birisidir.

Toprak:
Kont'un en önemli özelliklerinden biri de sahibi olduğu toprağa fazlasıyla bağlı olmasıdır. Kendi bulunduğu yörenin toprağı onun için kutsaldır ve gündüzleri ancak o toprakta uyuyabilir. Bu yüzden İngilitere'ye gelirken yanında 20 kasa kadar Transilvanya toprağı getirmiştir. (Detay: Kargo Beyannamesinde "deneysel amaçlı toprak" yazmaktadır) Daha önce de belirttiğim gibi Stoker, Drakula'nın gündüzleri gezebildiğini göstermiş, ancak bunun sınırını anlatmamıştır. Mantıklı bir çıkarım yaptığımızda Kont'un kısa bir süreliğine de olsa her gün bu toprakta yatması gerektiğini, aksi takdirde güçsüz düşeceğini düşünebiliriz. Ana karakterler de işte bu yüzden, Kont'un Londra'da çeşitli semtlerde sakladığı bu toprak kasalarını bulup, 'temizleme' işlemine tabi tutmuşlardır.
Temizleme, bahsi geçen toprağın kutsal ekmek ve haç yardımıyla kutsanması şeklinde olur. Bu şekilde Tanrı katında kutsanmış toprak Drakula için kutsallığını yitirir.
Yalnız unutulmamalıdır. Kendi toprağında uyumak Drakula'nın hipnotik gücünü kullanmasına engel değildir. Drakula, Auspex disiplinindeki gibi, uyku esnasında etkisi altındakilerle iletişime geçebilir.

Diğer Uzaklaştırıcılar:
Aşağıda Van Helsing'in ağzından Drakula hakkında bilinenlerin İngilizce bir özeti var. O konuşmaya yapmadan önce dile getirdiği bazı uzaklaştırıcılar ise şunlardır: Haç, Mountain Ash adı verilen bitki, sarımsak çiçeği, yaban gülü...




Doğaüstü Güçleri:

Fiziksel:
Van Helsing Kont Drakula'nın 20 adam kuvvetinde olduğunu iddia eder. Renfield'i duvarlara çala çala öldürmesi veya hayvanat bahçesinde kurt kafesinin demirlerini elleriyle bükmesi bu kuvvetin kanıtıdır. [Potence]
Aynı zamanda şeytani bir hızlılığa sahip olduğu romanın sonlarında gözümüze çarpar. [Celerity]
Bunların haricinde uşaklarının da güç kazandığını görmekteyiz. [Ghoul'ların Potence edinmesi]

Yakan Bakış:
Burning Gaze... Kont Drakula öfkeliyken doğaüstü bakış yeteneği ile düşmanlarının fiziksel gücünü azaltabilmektedir. [Presence'deki Dread Gaze'in bu gücün bir varyasyonu olduğunu düşünebiliriz.]

Etereal Form:
Tam olarak etereal sayılmasa da, hem Kont'ta hem de vampire dönüşen Lucy Westenra'da incecik kapı aralıklarından süzülebilme özelliği olduğunu görüyoruz. [Obtenebration]

Tırmanma:
Jonathan Harker, Kont'u kalesinin dış duvarlarında baş aşağı, bir örümcek gibi yürürken görmüştür. Daha sonra Van Helsing de bu yeteneği doğrular.

Hayvanlar Üzerinde Etkisi:
Kont Drakula'nın hayvanlarla yoğun bir etkileşimi olduğunu görüyoruz. Daha romanın en başında bir fısıltıyla atları sakinleştirip, bir bakışıyla kurtları susturuyor. Sıçan, sinek ve güveleri emrine çağırabiliyor.
Ayrıca Kont, kurtları evcil hayvan olarak görmekte ve onları etkisi altına alabilmektedir.
Lucy Westenra'ya musallat olduğu sıralarda, Van Helsing, Lucy'nin camının önüne sarımsak hattı koymuş ve Kont'un psişik etkisinin içeri girmesini engellemiştir. Bunun üzerine Kont hayvanat bahçesinden 'Bersicker' (Berserker) adındaki kurdu kaçırmış; kurdun Lucy'nin camını kırmasını sağlayıp büyülü korumayı bozmuştur. [Buraya kadar komple Animalism]
Kont'un hayvanlarla diğer alakası da kendi formunu hayvana dönüştürebilmesidir.
Köpeğe dönüşüp bir başka köpekten; yarasaya dönüşüp Lucy Westenra'dan beslendiğini görmekteyiz. [Protean]
Yarasa formundayken hala psişik güçlerini kullanabilen Kont bu şekilde zaten uyurgezer olan Lucy Westenra'yı cama çağırmakta ve pencereyi açtığında ondan beslenmektedir.
Kont'un manyaklığının bir diğer delili de uluyan kurtları kast ederek, bütün içtenliğiyle "Listen to them- Children of the night! What music they make!" demesidir. Bir Undead Cesar Millan havası sezmemek imkansızdır.

Elementler:
Kont elemental toza dönüşebilmekte ve diğer doğa elementlerini rahatlıkla kontrol edebilmektedir. Sise dönüşebildiğini söyleyemesek de sis bastırabilmekte, fırtına çıkartıp, rüzgarın yönünü belirleyebilmektedir. Zaten bu özelliği sayesinde içinde bulunduğu yelkenlinin İngiltere'den Karadeniz'e olabildiğinden daha hızlı bir şekilde dönmesine sebep olmuştur. [Protean, Rego Tempestas ve Koldunic Sorcery]

Psişik, Hipnotik Etkileri:
Drakula'da yoğun miktarda psişik ve telepatik gücün kullanımına şahit oluyoruz. Bu gücün zayıf iradeli insanlar üzerinde daha kuvvetli olduğu rahatça anlaşılıyor. Başta deli Renfield olmak üzere, kanını içtiği Lucy'e telepatik emirler verebilmekte, ancak, hem kanını içtiği hem de kendi kanından içirdiği Mina'ya aynısını yapamamaktadır.
Emir verememesi Mina ile arasındaki psişik bağın daha güçsüz olduğu anlamına gelmemektedir. Tam tersine çok daha güçlüdür ve Van Helsing'in Mina'yı hipnotize ederek vampirin zihnine ulaşmasına olanak tanımıştır. Mina gündüzleri vampirin duyularının ilettiği bütün bilgiyi Van Helsing'e aktarmış, bu sayede vampirin seyahatinin hangi safhasında olduğunu anlamışlardır.
Tabii karakterlerimiz daha sonradan bu bağlantının iki taraflı çalıştığı çaktıklarında iş işten geçmiştir. [Auspex]



Diğer Öğeler:

Kan:
Drakula romanında 'kana susamışlık' tema olarak karşımıza fazla çıkmamaktadır.
Kont kan içmektedir; ancak bunu ilkel bir açlıkla değil, bilinçli bir arzuyla yapmaktadır.
Kan, hayattır. Hayat, tüketildiği takdirde, tüketen kişinin canına can katar. Kont bu fikri deli Renfield'a da benimsetmiş, onun sırasıyla sinekleri örümceklere, örümcekleri kuşlara yedirmesine sebep olmuştur. Besin piramitinde en tepede olmanın önemli olduğunu düşünen Renfield kuşları yedirmek üzere bir kedi ister, çünkü kedi kuşları yerse bütün bu hayvanların canı kedinin canına katılacak ve en sonunda Renfield da kediyi yediğinde hepsinin hayatına sahip olacaktır. Ancak isteği reddedilince üzülen Renfield midesindeki kuşlarla yetinmek zorunda kalır.

Kont uzun süre boyunca öldürmeden tek bir bireyden beslenebilir. Birey zamanla güçsüzleşir ve en sonunda da ölür. Beslenme neticesinde kurbanının boynunda kenarları beyaz iki küçük yara oluşur. Bu yaralar boğaz ağrısı yapar.
Kont'un açlığı büyük boyutlarda olmamasına rağmen beslenme tercihleri obsesiflik gösterir. Tek bir kaynaktan beslenmesi, bu kaynağın da güzel bir kadın olması tesadüf değildir.

Lucy vampire dönüştükten sonra çocuklardan beslenmiştir. Onun tarafından kaçırılıp yarı baygın bir biçimde bırakılmış çocuklar onu "güzel kadın" diye anımsamaktadır. Buradan anlaşıldığı üzere Bram Stoker'ın mitindeki vampirler yalnızca cinsel çekiciliklerini değil, "şirinliklerini" de bir olta olarak kullanmaktadır.

Kan ile ilgili belirtmem gereken son şey ise vampirin kendi kanıyla beslediği kişileri istediği zaman çağrılabilir(summon) olmasıdır. [Presence]

Dönüştürme:
Romanda vampire dönüşme/dönüştürme kuralları açıkça ifade edilmemektedir. Van Helsing vampirlerin ne denli kötü yaratıklar olduğunu anlatırken, sürekli beslenerek çoğaldıklarından yakınır. Kişinin vampir olması için en az üç kere vampir tarafından ısırılması yeterli görünmektedir. Ancak Kont Drakula Mina Murray'i üç defa ısırmakla kalmamış, bir de ona kendi kanından vermiştir. (Göğsündeki bir yaradan gelen kanla)
Bu hal 'Kan Vaftizi' diye anılmaktadır. Kişi vampir kanıyla lekelendiğinde neredeyse vampir kadar lanetli bir hal almaktadır. Kutsal olan şeyler ona zarar vermekte, sarımsaktan rahatsız olmaktadır. Kan Vaftizine uğrayan kişinin öldüğü anda vampir olması kesindir. Van Helsing normal beslenme yüzünden ölen kişilerde; uykuda ölenlerin vampir olduğunu, uyanıkken ölenlerin ise vampir olmadıklarını belirtmiştir.

Hem Mina'nın hem de Lucy'nin dönüşümleri uzun süreli olaylardır. Zayıf düşen bu kadınlar son günlerine doğru günün belli saatlerinde (öğlen güneş tam tepedeyken, güneş batarken ve doğarken) vampir-sel bir takım tavırlar takınır ve saldırganlaşırlar. Bu anlarda cinsel çekiciliklerinin de arttığı belirtilmiştir. Dönüşümlerinde çaresiz kalınan noktaya ise dişlerin keskinleşmesinden sonra gelindiğini anlamaktayız.

Vampir dönüşümü Stoker'ın Drakula'sında bir virüs veya bir bulaşım değil, daha ziyade bir büyüdür. Folklörde (ve kimi okült kaynaklarında) büyü yapan kişinin ölmesi büyünün bozulmasına sebep olduğu bilinir. Burada da durum benzerdir. Mina değişmek üzereyken Drakula öldürüldüğü için Mina'nın üzerindeki etki yok olur.


Üç Kız Kardeş:
Kont'un kalesinde yaşamakta olan bu üç kız kardeş zaman zaman roman haricinde Drakula'nın gelinleri olarak tanımlanır. Drakula'nın bu hanım kızlarla aktif bir gönül ilişkisi olmadığı gibi, aralarında bir ast-üst ilişkisi de yoktur. Drakula'nın emrinde değildirler ve onun kalesinde onun kurallarını çiğnemeye -az da olsa- cüret edebilirler. Güzellikleri ile iki ana kahramanı kısa süreliğine de olsa hipnotik etki altına almışlardır. [Dominate-Presence] Aniden yok olabilirler. [Obfuscate] Ateşten korkarlar.


Hazır Bram Stoker Demişken: Undead Mevzusu Türkiye'de zamanında 'undead' kelimesinin çevirisi için harika kavgalar cereyan etmişti. İngilizcedeki popülerliği, Bram Stoker'ın Dracula'da kelimeyi "Un-Dead" şeklinde kullanmasıyla artmış bir kelimeye düzgün bir Türkçe çeviri bulmaya çalışırken Dungeons & Dragons'ın ilk Türkçe baskısına undead, 'namevt' olarak girdi.
Biz "Namevt de ne?" derken birileri açıkladı. "Arapça, na olumsuz eki, mevt de ölü demek."
Bu konuda şunu söylemem gerekiyor:
İngilizcede bütün undead'leri (bansheeler, lichler, hayaletler, vampirler, zombiler vs) karşılayacak bir söz olmadığı için un-dead diye bir kelime oluşmuştur.
Türkçede ise bütün o undead'leri karşılayacak bir kelime zaten vardır ve o da 'Hortlak'tır. Hortlamak diye bir tabir vardır. Uydurma değildir, ananeler babanneler bile kullanır.
Monstrous Manual'de görebileceğiniz bütün (90%) o undead'ler, hakikaten hortlamış yaratıklardır. Hortlak kelimesinin bir yaratığı kapsamadığını düşünüyorsanız, kelimeyi yeterince benimsememişsiniz, kullanmamışsınız demektir.
Buzdolabı yerine fric demeye alışmış olsaydık, birisi buzdolabı çevirisini teklif ettiğinde gülerdik. Aynen öyle, hortlak da az biraz gülünç geliyor, ama biraz şans tanımak lazım, diye düşünüyorum. linguistiks böyle bir şey, de mi? =D


Her Neyse,
Sonuç olarak deşip de çıkarabildiklerim bu kadar.
(Viktorya Döneminde bile Türkiye, Bulgaristan ve Romanya'da rüşvetin ne denli geçerli bir anahtar olduğu konusunu saymazsak...)
Yazarın hikaye örgüsü ve betimlemeleriyle verdiğinin haricinde bir de Van Helsing'in kendi ağzından yaptığı "Vampir" analizi var.
Buyrun:

"There are such beings as vampires, some of us have evidence that they exist. Even had we not the proof of our own unhappy experience, the teachings and the records of the past give proof enough for sane peoples. I admit that at the first I was sceptic. Were it not that through long years I have trained myself to keep an open mind, I could not have believed until such time as that fact thunder on my ear.`See! See! I prove, I prove.' Alas! Had I known at first what now I know, nay, had I even guess at him, one so precious life had been spared to many of us who did love her. But that is gone, and we must so work, that other poor souls perish not, whilst we can save. The nosferatu do not die like the bee when he sting once. He is only stronger, and being stronger, have yet more power to work evil. This vampire which is amongst us is of himself so strong in person as twenty men, he is of cunning more than mortal, for his cunning be the growth of ages, he have still the aids of necromancy, which is, as his etymology imply, the divination by the dead, and all the dead that he can come nigh to are for him at command, he is brute, and more than brute, he is devil in callous, and the heart of him is not, he can, within his range, direct the elements, the storm, the fog, the thunder, he can command all the meaner things, the rat, and the owl, and the bat, the moth, and the fox, and the wolf, he can grow and become small, and he can at times vanish and come unknown. How then are we to begin our strike to destroy him? How shall we find his where, and having found it, how can we destroy? My friends, this is much, it is a terrible task that we undertake, and there may be consequence to make the brave shudder. For if we fail in this our fight he must surely win, and then where end we? Life is nothings, I heed him not. But to fail here, is not mere life or death. It is that we become as him, that we henceforward become foul things of the night like him, without heart or conscience, preying on the bodies and the souls of those we love best. To us forever are the gates of heaven shut, for who shall open them to us again? We go on for all time abhorred by all, a blot on the face of God's sunshine, an arrow in the side of Him who died for man. But we are face to face with duty, and in such case must we shrink? For me, I say no, but then I am old, and life, with his sunshine, his fair places, his song of birds, his music and his love, lie far behind. You others are young. Some have seen sorrow, but there are fair days yet in store. What say you?"

...


"All we have to go upon are traditions and superstitions. These do not at the first appear much, when the matter is one of life and death, nay of more than either life or death. Yet must we be satisfied, in the first place because we have to be, no other means is at our control, and secondly, because, after all these things, tradition and superstition, are everything. Does not the belief in vampires rest for others, though not, alas! for us, on them! A year ago which of us would have received such a possibility, in the midst of our scientific, sceptical, matter-of-fact nineteenth century? We even scouted a belief that we saw justified under our very eyes. Take it, then, that the vampire, and the belief in his limitations and his cure, rest for the moment on the same base. For, let me tell you, he is known everywhere that men have been. In old Greece, in old Rome, he flourish in Germany all over, in France, in India, even in the Chermosese, and in China, so far from us in all ways, there even is he, and the peoples for him at this day. He have follow the wake of the berserker Icelander, the devil-begotten Hun, the Slav, the Saxon, the Magyar.
"So far, then, we have all we may act upon, and let me tell you that very much of the beliefs are justified by what we have seen in our own so unhappy experience. The vampire live on, and cannot die by mere passing of the time, he can flourish when that he can fatten on the blood of the living. Even more, we have seen amongst us that he can even grow younger, that his vital faculties grow strenuous, and seem as though they refresh themselves when his special pabulum is plenty.
"But he cannot flourish without this diet, he eat not as others. Even friend Jonathan, who lived with him for weeks, did never see him eat, never! He throws no shadow, he make in the mirror no reflect, as again Jonathan observe. He has the strength of many of his hand, witness again Jonathan when he shut the door against the wolves, and when he help him from the diligence too. He can transform himself to wolf, as we gather from the ship arrival in Whitby, when he tear open the dog, he can be as bat, as Madam Mina saw him on the window at Whitby, and as friend John saw him fly from this so near house, and as my friend Quincey saw him at the window of Miss Lucy.
"He can come in mist which he create, that noble ship's captain proved him of this, but, from what we know, the distance he can make this mist is limited, and it can only be round himself.
"He come on moonlight rays as elemental dust, as again Jonathan saw those sisters in the castle of Dracula. He become so small, we ourselves saw Miss Lucy, ere she was at peace, slip through a hairbreadth space at the tomb door. He can, when once he find his way, come out from anything or into anything, no matter how close it be bound or even fused up with fire, solder you call it. He can see in the dark, no small power this, in a world which is one half shut from the light. Ah, but hear me through.
"He can do all these things, yet he is not free. Nay, he is even more prisoner than the slave of the galley, than the madman in his cell. He cannot go where he lists, he who is not of nature has yet to obey some of nature's laws, why we know not. He may not enter anywhere at the first, unless there be some one of the household who bid him to come, though afterwards he can come as he please. His power ceases, as does that of all evil things, at the coming of the day.
"Only at certain times can he have limited freedom. If he be not at the place whither he is bound, he can only change himself at noon or at exact sunrise or sunset. These things we are told, and in this record of ours we have proof by inference. Thus, whereas he can do as he will within his limit, when he have his earth-home,his coffin-home, his hellhome, the place unhallowed, as we saw when he went to the grave of the suicide at Whitby, still at other time he can only change when the time come. It is said, too, that he can only pass running water at the slack or the flood of the tide. Then there are things which so afflict him that he has no power, as the garlic that we know of, and as for things sacred, as this symbol, my crucifix, that was amongst us even now when we resolve, to them he is nothing, but in their presence he take his place far off and silent with respect. There are others, too, which I shall tell you of, lest in our seeking we may need them.
"The branch of wild rose on his coffin keep him that he move not from it, a sacred bullet fired into the coffin kill him so that he be true dead, and as for the stake through him, we know already of its peace, or the cut off head that giveth rest. We have seen it with our eyes.
"Thus when we find the habitation of this man-that-was, we can confine him to his coffin and destroy him, if we obey what we know. But he is clever. I have asked my friend Arminius, of Buda-Pesth University, to make his record, and from all the means that are, he tell me of what he has been. He must, indeed, have been that Voivode Dracula who won his name against the Turk, over the great river on the very frontier of Turkey-land. If it be so, then was he no common man, for in that time, and for centuries after, he was spoken of as the cleverest and the most cunning, as well as the bravest of the sons of the `land beyond the forest.' That mighty brain and that iron resolution went with him to his grave, and are even now arrayed against us. The Draculas were, says Arminius, a great and noble race, though now and again were scions who were held by their coevals to have had dealings with the Evil One. They learned his secrets in the Scholomance, amongst the mountains over Lake Hermanstadt, where the devil claims the tenth scholar as his due. In the records are such words as `stregoica' witch, `ordog' and `pokol' Satan and hell, and in one manuscript this very Dracula is spoken of as `wampyr,'which we all understand too well. There have been from the loins of this very one great men and good women, and their graves make sacred the earth where alone this foulness can dwell. For it is not the least of its terrors that this evil thing is rooted deep in all good, in soil barren of holy memories it cannot rest."
Dracula, Chapter 18 - Bram Stoker

Can Toraman
Edinburgh Belediye Encümeni, Midlothian Geliştirme Derneği Baş Katibi, Morningside Muhtarı, Ogilvie Klanı Fahri Sekreteri

Pazartesi, Mart 12, 2012

Deneysel Domuzluk (Trolling on a new level)

Haber sitelerindeki sivil yorumlar bir konudaki düşüncemi hep doğruladı: Gerizekalılık parayla değil, bedava!

Sonra bir gün, nereden estiyse, çok yakından tanıdığım bir kişi* bir deney yapmaya karar verdi ve siber uzayda unutuluşa doğru ilerleyen bir habere yorum yazdı.
Aşağıda haberi, yorumu ve gelen cevapları göreceksiniz ama bilmeniz gereken bir şey var:
Bu tanıdığım kişi elbette bu yorumu belli bir görüşe sahip insanlara takılmak için yazdı ancak yazdıklarının tamamı aynı zamanda doğru. Yani orada yazdıkları gerçekten de kendi inançlarını ifade ediyor.


Önce haber:

Haber365 sitesinden alıntıdır.
Domuz Yiyenin Vay Haline
Domuz eti ile ilgili iddiaların ardı arkası kesilmiyor. Doğal Tedavi Uzmanı Dr. Suat Arusan'ın gündeme getirdiği iddialar ise oldukça dikkat çekici.
Doğal Tedavi Uzmanı Dr. Suat Arusan, depresyonun anne karnında başladığını daha sonra da beslenme biçimi ile arttığını açıkladı.

Depresyonun anne karnında başladığı daha sonra da beslenme biçimi ile arttığı ifade edildi. Doğal Tedavi Uzmanı Dr. Suat Arusan, ana rahmindeki bir çocuğun anne-baba kavgasını hissettiğini belirterek, genetik özelliklerin de depresyonu tetiklediğini belirtti.

Depresyonun fiziksel etkilerine de değinen Suat Arusan, bunların başında ağır metallerin olduğunu savundu.

Arusan, “Ağızdaki amalgam dolgular, trafikte egzozdan solunan kurşunlar ve beslenme bozukluğu depresyona neden olur.

Katkılı kimyasal besinler ise, insan vücudunun bütün organlarının yanı sıra beynimizi ve ruhsal halimizi de etkilemektedir” dedi.

“DOMUZ YİYENLERDE DOMUZ KARAKTERİ OLUŞMUŞTUR”

Cengizhan'ın askerlerine vahşi olmaları için kan içirdiğini hatırlatan Arusan, şöyle devam etti: “Nesiller boyu keçi eti yiyenlerde inatçılık, deve eti yiyenlerde kindarlık ve domuz eti yiyenlerde ise domuz karakteri oluşmuştur. Tabiatta hiçbir canlı bir tehlike halinde domuz dışında çocuklarını feda etmez. Domuz, aynı zamanda eşcinsel tek hayvandır.”

Şimdi de bizim tanıdığın yorumu:
Aslında
Domuz güzel hazırlandığında çok ama çok lezzetli olan bir et türüdür. Herkese tavsiye ediyorum. Bu işin dini tarafından çekinenler var biliyorum. Ben bir müslümanım, yıllardır domuz yiyorum ve her gün ibadetimi yapıyorum. Fesat bir insan olmadığım için Allah her istediğimi veriyor. Domuz yediğim için cezalandırılmıyorum. Hep hayırlı şeyler oluyor hayatımda. Domuz hakkında "hastalık sebebi" tabirleri yalandır. Her gün milyonlarca ton domuz avrupada tüketilmektedir. En ufak zararlı şeyden bile halkını koruyan avrupalı devletler domuzun zararlı olduğunu saptasalardı mutlaka yasaklarlardı. Ayrıca eşcinsellik de domuzlara özgü bir şey değildir. Pek çok maymun türünde gözlenmektedir. Hele ki maymunla ortak atadan geldiğimizi düşünürsek, eşcinselliğin de normal bir şey olduğunu anlamamız gerekir. (merak eden için söyleyeyim, eşcinsel değilim)

Ve yorumlar:

ALLAH`IN DEDİĞİ OLUR
ALLAH KİMİ GÜNAHKARLARI BU DÜNYADA KİMİNİNKİNİDE AHİRETTE CEZALANDIRIR ALLAH` HARAM KILDIĞI BİR ŞEYİ BİLE BİLE YAPIYORUM DİYEN KİŞİDE BENCE MÜSLÜMAN DEĞİLDİR DOMUZ ETİ HARAM KILINDIYSA YEMİYECEKSİN HEM HARAMIMI İŞLERİM HEMDE İBADETİMİ YAPARIM DEMEKTE NE OLUYO AYRICA KENDİNE MAYMUN TÜRÜNDEN ZANNEDENLEREDE DOMUZ ETİNİ YEMEYİ ÇOK GÖRMÜYORUM....
--
domuz eti yiyen ve ceza almayan bir akıllı
arkadaş haram olan bir şeyi yiyorsun müslümanım diyorsun git içkide iç ozaman ve hayatının şansını domuz etine baglayan bir akıllı bide dinden bahsediyo.....
--
?
müslüman olupda domuz eti yemek haram olsada kişinin kendi tercihidir. ama müslümanın diyen bir insanın maymunla ortak atadan geldiğini belirten yorumcuya katılmak imkansız
--
delil kardeşlerim Allah diyor ve neden diyor
BAKARA 173.'' Allah size ancak ölüyü (leşi), kanı, domuz etini ve Allahtan başkası adına kesileni haram kıldı. Her kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına saldırmadan ve haddi aşmadan bir miktar yemesinde günah yoktur. Şüphe yok ki Allah çokça bağışlayan çokça esirgeyendir.'' Ve neden haram etmiş Domuz etinin Kuran indirildiği dönemde yenmesinin sağlığa zararlı pek çok yönleri olduğu gibi, bugün de yenmesinin sağlığa zararlı olan çeşitli yönleri vardır. Bir kere domuz, her ne kadar temiz çiftliklerde, bakımlı ortamlarda yetiştirilirse yetiştirilsin, kendi pisliğini yiyen bir hayvandır. Gerek pislikle beslenmesi gerekse biyolojik yapısı nedeniyle domuzun bünyesi diğer hayvanlara oranla çok fazla miktarlarda antikor üretir. Yine domuzun vücudunda diğer hayvanlara ve insana oranla çok yüksek dozda büyüme hormonu üretilir. Doğal olarak bu yüksek dozdaki antikorlar ve büyüme hormonu dolaşım yoluyla domuzun kas dokusuna da geçerek birikir. Bunun yanı sıra domuz eti çok yüksek oranlarda kolesterol ve lipid içerir. Bunların sonucunda tüm bu aşırı düzeydeki antikorlar, hormonlar, kolesterol ve lipidlerle yüklü olan domuz etinin insan sağlığı açısından önemli bir tehdit olduğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır.
--
Allah(c.c.) dünyada kafire çalıştığının karşılığını
Allah(c.c.) dünyada kafire çalıştığının karşılığını tastamam verir. yaptığı iyiliklerin karşılığını da. o nedenle kafirler hep kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar. İşte öyle eğlenip durular, neticede varacakları yer cehennemdir.
--
yanlış yorum hakkında
Ya arkadaşım Allah'ın insanlara yasak ettiği şeyler var, uyarsın veya uymazsın bu seni ilgilendirir ama kendi kafandan domuz hastalıklı olsa avrupalı devletler yasaklardı diye bir yorum yapamazsın Allah yasaklamış banane avrupalı devletlerden, Allah istediğini bu dünyada istediğini ahirette cezalandırır, cezalandırılmıyorum diyerek günah işlemeye devam edip Allah'ın yasaklarını helalmiş gibi kabul edemezsin. Lut kavmi ile ilgili konu ve ayetleri okursan eşcinsellik konusundaki Allah'ın azabını da anlarsın. Ayrıca atalarının maymundan geldiğini söyleyen sensin müslüman bir insan atalarının ilk insan Hz.Adem ve Hz.Havva'dan geldiğini de bilir bence araştırma yapıp yorum yaparsan daha doğru olur. Allah herkesi hidayete erdirsin inşallah.....

Tanıdığım şu kişi biraz ayıp etmiş gibi duruyor biliyorum. Sonuç olarak belli kişileri resmen tahrik etmiş. Ama ona sorduğumda da kendisi tam tersini savunuyor. Bu kişilerin bakış açısının kendisi tahrik ettiğini ve sinirlerini bozduğunu anlatıyor. (kendi yorumundan önce yazılmış domuz etini yeren diğer yorumlara istinaden... buraya yazmadım onları)

Şimdi ben ne diyeyim?
Clash of Wills mi? Rampage of Idiocracy mi? Nedir bu?
Kim haklı?


Yorum sizin...

Can Türolololoğlololo



----
*: Çok yakın bir tanıdık bu... Inna değil ama!


Haber Kaynak: http://www.haber365.com/Haber/Domuz_Yiyenin_Vay_Haline/
Foto Kaynak: http://www.wattagnet.com/

Salı, Şubat 21, 2012

Onli Gad Ken Cac Mi

Can took that "What kind of mind melting useless and irritating quiz are you?" quiz and he happened to be a restless, hateful, nihilist, communist, fascist, anarchist, terrorist, conformist, coup supporter, ergene-con affiliated, sith lord, orc lover, Cthulhu cultist, confederate officer, north Korean atomic scientist, genocider, agent smith clone, beetlejuice, shredder, baali, nephandi,black spiral dancer,scumbag.


"Only God Can Judge Me" Gerçekten mi?
Hayır yani gerçekten İngilizce olarak dövmesini yaptırmayı tercih ettiğiniz cümle bu mu?

Ve neden herkes?!
Yahu nereden çıktı bunun modası? Neyi ifade etmeye çalışıyorsunuz? Dövmecilerin sizi kandırması mı bu yoksa? "Aslansın kaplansın Allah da arkanda valla" gibi bir şey mi sanıyorsunuz o cümleyi?

Hepi topu "beni yalnızca tanrı yargılayabilir" diyor orada. Stating the facts which are obvious, diye bir şey duydunuz mu hiç? Kaldı ki bir de öteki ucu var durumun; adam öldürdün ve hakimin karşısına çıktın, dövmeyi mi göstereceksin?
"Ha tamam o zaman yavrum. Ne gereği vardı mahkeme salonuna kadar gelmenin?"

Aa ama pardon anan baban sevgilin ve arkadaşların sürekli olarak bıdı bıdı yapıyor diye değil mi? Sürekli bir eleştiri, sürekli bir yerme... Sen de sıkıldın, bunaldın ve dedin ki: "Lan... Allah var yukarda! Size ne?"

İkili ilişkilerde Allaha güvenmek. Hmm... Güzel tabii. Bir sırdaş, bir böyle takdir kaynağı...
Seni bir tek Allah yargılar ve aha da işte, kolunda bacağında bir yerinde de yazıyor bu durum. Biri bir şey derse cart diye gösteriveririsin; onlar da "Tamam abi pardon abi," der ve utanırlar yaptıklarından.


İyi bari benden de emprovize apaçi mod "english" dövme önerileri gelsin öyleyse:

Ateistler için:
Nothing can judge me

Agnostikler için:
I am not sure if god can judge me or not

Deistler için:
Only god can judge me but... i really don't believe in religion, there is some creator, some divine being but really... please don't count me as a religious person... god and religion are different things, please...

Nihilisler için:
There is no point in judgement

Deterministler için:
don't worry that judgement has already been made.

Panteistler/Tasavvufçular için:
Judge one, judge all

Satanistler/Paganlar/Mitosçular/Transhümanistler için:
Only Satan/Goddess/Azathoth/Tech can judge me

Bahai'ler için:
Only... I'm sorry, what was your deity again? yeah, that one, that can judge me.



Fenni Dövmeci Can Toraman Edinburgh'tan bildirdi...

Olay Buysa Yaşasın İsrail

Önce resme bakalım.



Sonra cevap verelim:

1- Danone bir Fransız markasıdır.
2- Ürünleri başta Fransa olmak üzere İngiltere, Almanya gibi birçok ülkede yaygın biçimde satılmaktadır.
3- Yalan bir iddiadır. Niye? Çünkü o ürünlerin pek çoğu Avrupa'da üretilmektedir.
17 milyar euroluk bir şirketin Avrupa'daki fabrikalarında ürünlerine böyle kimyasallar karıştırmaya cesaret edeceğini düşünebiliyor musunuz? Düşünemiyorsunuz; çünkü bırak mevzuatları, kontrolleri, üç kuruş paranın ne kadar ciddi dengelerle işletilmesi gerektiğinin bile farkında değilsiniz.
4- Elbette. Şuurlu rakip veya düşman hedefliyorsanız zaten vay halinize. Ama bunun için "yemeğine zehir katmak" gibi fantastik şeylerle uğraşacaklarını düşünebiliyor musunuz? Evet, düşünebiliyorsnuz... Ve siz bunları düşünürken -düşlerken- onlar daha fazla İsrailliyi Amerikan, İngiliz, Alman Üniversitelerinde okutuyor; daha fazla İsrailli yurtdışında kazandığı parayı ülkesini güçlendirebilmek adına İsrail'e naklediyor ve yepyeni silahlar tasarlıyor... Siz yerinizden onlara sövüyorsunuz, kafanızda komplolar kuruyorsunuz ve eninde sonunda ait olduğunuz yerde kalıyorsunuz.
5- İsrail'deki ilk Danone fabrikası 1998'de kurulmuştur. Gerçi bu hayal gücüyle "kendi çocuk mamalarına koymuyorlar, hatta aksine zeka geliştiriciler ekliyorlar," diye düşüneceksiniz.
Ne diyeyim, Allah akıl fikir versin... Propagandaya devam!

Cuma, Kasım 25, 2011

Bulgaria'da Hayatta Kalmanın Yolları (Resimli Rehber)

KOMRAD!

"Where is Bulgaria?" she asked.
I said "Oh! It's somewhere between communism and 80's, in general."
-Any Visitor


Dünyanın herhangi bir yerinde “Aman Allah’ım ben nereye geldim?” diyecek kadar şaşırabilirsiniz. Kontrast denen algı vitamini her yerde mevcut. Keza Bulgaristan da durum aynı… Çok acayip, son derece enteresan bir sürü şey var ama bana sorarsanız o, “yok edici” unsur burada mevcut değil.

Farklı bir sürü şey var ama hepsi küçük küçük. Mesela Sırbistan öyle değildi. Huriler falan… Heh heh… Neyse.

Kısaca turistik bir duruşla Bulgaria…


Case Study #1: They say ‘No’ when they say ‘Yes’

Kayınpederim salonda oturuyor. Yanına gidiyorum ve “Biz markete gidiyoruz,” diyorum. Kafasını tasvip etmiyormuş gibi iki yana sallayıp bir “aha sıçtın” bakışı atıyor. Ben “Allah belanı versin damat!” demesini beklerken “tamam” diyor. Evden çıkarken kendimi tuhaf hissediyorum. Acaba niye memnun değil?

Marketten dönüyorum. Kayınpeder yine salonda. Bu sefer dizi izliyor. Diziyi biliyorum. “Çok güzel dizi,” diyorum. Kayınpeder dönüyor ve yine tatsızca kafasını iki yana sallıyor. Hayır demesini beklerken tutuyor, “Evet,” diyor.

Aman Tanrım! Yalnızca kayınpeder değil, Inna’nın arkadaşları da aynı şekilde.

Bir şey söylüyorsun. Başları hoyratça iki yana savruluyor. “Aha dövecek şimdi” diye beklerken “evet” diyorlar.

Bence poker oynamak için uygun bir yer değil. En azından rakibinizin yüzünü okumak sandığınızdan zor olabilir.

Akla gelen ilk soru: “Bir millet neden ‘evet’ derken veya bir şeyi olumlarken kafasını iki yana sallar? Şaka yapmıyorum. Bulgarların en ilginç özelliğidir bu. Kısa süreli konuşmalarda mini mindfuck’lar yaşatan vücut hareketlerinin derinden etkilemediği kimseyi görmedim.

(Hoş gerçi, dünya üzerinde “Hayır” anlamında gözlerinin beyazını gösterip kafasını geriye atan bir tek Türk’lerdir derler ya neyse.)

Case Study #2: ‘Süper’ Market

Bizim migros onlarda Kaufland…

Giriyoruz markete ve Avrupa Ekonomik Arazisi ülkelerinin işgaline tanık oluyoruz. Elbette ki Bulgaristan çok üretici bir ülke değil ama bu kadarı da olmaz dedirtecek çoklukta Kuzey Avrupa malı mevcut.

Sıkıntı bunda değil elbette; sıkıntı köşeyi dönünce.

Ta da!



Bu sadece küçük bir kısmı...

Yanlış anlaşılmasın, olay yalnızca abur cuburdan ibaret değil. Liste salçalar, turşular, makarnalar diye devam ediyor.

Bir de şu var.



(İnanması güç ama bu da Türk Malı)



Case Study #3: Soundtrack of Bulgaria

Bir fincan kahve içmeye dışarı çıkıyoruz. Yürüme mesafesinde yalnızca yayaya açık yollar; yollarda ıhlamur ağaçları; ağaçların altında da bir sürü kafe var.

Kafelerden dışarı taşan müzik tıpkı arabada dinlemeyi sevdiğimiz ‘devet devet devet’ (99.9) radyosunda çalanlar gibi.

Oturuyoruz ve en son hitler eşliğinde zamanın döngüselliğini düşünürken kahvemizi içiyoruz.

Tiziano Ferro’dan Perdono; Eiffel 65’tan I’m Blue; Era’dan Ameno;

Backtreet Boys’dan Show Me The Meaning of Being Lonely; Enrique Iglesias’dan Bailamos;

Atomic Kitten – Whole Again; Juanes – La Camisa Negra;

Robbie Williams – Angels; Metallica – Nothing Else Matters; Ricky Martin – Livin La Vida Loca…

Marc Anthony – You Sang To Me; Kylie Minogue – Can’t Get You Out of My Head…

Hayır, zaten etrafınızda görebileceğiniz bütün dekor parçaları bombeli plastiği, aliminyum doğramaları, lastik çiçekleri, tozlu camlarıyla 50’lerin, 80’lerin ve 90’ların üst üste binmiş, bütünleşmeye çalışan bir hali gibi… Bir de üstüne benim çocukluğum, bir başkasının gençliğine denk gelen ve tarihte “kayıp çağ” olarak nitelendirilen 90’ları dinlemek… Kendi içlerimizde saklı bir nostalji havasını çaresizce hissediyoruz. Kelimeler ağzımızda donuyor, eşlik ediyoruz.

Sorabilir, sorgulayabilirsiniz. Olur mu öyle şey, diye. Haklısınız.

Elbette buradaki insanlar da Jay-Z, Lady Gaga falan biliyorlar ve çalıyorlar ama... nedense... bütün dünyanın 90’larda, 2000’lerin başında dinlediklerini tercih ediyorlar. Saygı duyuyoruz.

Case Study #4: Folklorik Musiki İşleri

Dönercideyiz, döner yiyoruz. Türklerin işletiyor olması çok bir şeyi değiştirmiyor. Televizyonda Bulgar müzik kanalı açık…

Pardon Bulgar Pop-Folk kanalı…

Pardon pardon… Bulgar Softcore kanalı!

Lokmam bir ara boğazımda kalıyor. Trakya havası eşliğinde erotizmin doruklarına ulaşan sahnelerden gözlerimi ayıramıyorum. Hayır efendim tahrik falan olmadım. Bir başka mini mindfuck da burada yaşıyorum. Ney? Nasıl? derken Inna hatırlatıyor “İşte bak o bahsettiğim Çalga denen tür.”

Üstüne bir de pis pis gülümsüyor. Biliyor ambale olduğumu.

Böyle bir tür var. Klipleri fantastik, sözleri imalı…

Bir ara bir tanesini tercüme ediyor:

Vereyim mi sana,

Vereyim mi sana,

Vereyim mi sana,

Kalbimi…

Bir izleyin derim.


Case Study #5: Kıvanç Tatlıtuğ Syndrome

Vakti zamanında Türk isimleri zorla Bulgar isimlerine dönüştürüldüğünde gıkı çıkmayan bir milletin yıllar geçip de Türk dizilerini pek bir sever hale gelmesini anlamak için ciddi sosyolojik çalışmalar yapmak lazım. Kavak Yelleri falan hikâye… Küçük Sırlar neredeyse prime time’a konacak; Yaprak Dökümü herkesin aklında; Muhteşem Yüzyıl satın alınmadan önce youtube’da Bulgarca alt yazılıydı.


İsim Şehir:

Zannediyorum ‘Sovyet’ kelimesi her halde en çok mimarları irite ediyordur. Demir Perde ülkelerinin en bilindik ortak yanı işte o kaba saba bloklar, komün yaşamın arı yuvaları değil mi?



Kimse aksini iddia etmesin: Düşüncesi, düşü, ahlakı, vicdanı, temelleri veya duruşu ne olursa olsun kapitalizm kadın, komünizm erkektir.

Liberal sanat ve mimari kıvrımlara sahip ürünlerle; hadi olmasın, en azından ağzınınızın suyunu akıtan narin çizgilerle doludur. Sosyalist taraflarda ise (atıp tutmak için çok gencim ama yani Polonya'da da bulundum şimdi lütfen biraz kredi verin) binaları ve heykelleri topraktan fışkırır, erekte bir güçle dikilir.



Ayn Rand ile ilgilenmeyenler bu bölümü atlayabilir:

[[

Ayn Rand, Roark'ı tasarlarken kendi yaratabilme kapasitesinin ötesinde bir karakter tasarlamıştır.
Roark sosyalizmin de, kapitalizmin de ötesinde bir varlıktır.
Ancak Ayn Rand'ın sçtığı nokta, Roark'ın sanatının tanımı ve Roark'ın copy-paste'i olan diğer insan üstü "objektivist" karakterlerini yaratmasıdır.

Roark bireycidir, ama onun gibi dizayn edenler hep sosyalistlerdir.
Roark romanın sonlarına doğru TOKİ işine girer. Tamamdır. Doğrudur. Süper idealist bir kapitalist sistemde işte o konutlar gibi konutlarda yaşamalıdır bireyci insan... Ama gerçekte bu böyle olmamaktadır.

Roark liberaldir. Toplumcu veya altürist değildir. Bu duruş ona yakışır... Ama Atlas Silkinmeseydi her şey daha iyi olurdu...

]]


Bitti.

Dil:
Sordum, "Sizde Türkçe kelimeler varmış," diye.
Cevapladılar: "Aysiktir!"

Güldüm.
Devam ettiler: "Duvar, tavan, perde, dolap, çekmece, tamam, ama, yavaş yavaş, çeyiz..."
Turist iken, konuşurken, küfrederken, dikkatli olmalı. Papazın bile Türkçe konuştuğuna şahit oldum.
Aman diyim.


Bakıç Açısı:

Sordular, "Sizin orada kızları satmak yasal mı?" diye. Baktım yüzlerine öylece...
Devam ettiler: "veya öldürmek???"
Ama şaşırmadım.
Karısını kızını parçalayan orospu çocuklarına keyifli ceza indirimleri uygulayan adalet sistemi elbetteki elalemin maytap konusu olacaktı!



Ve Daha Neler Neler:
Sonuç olarak insan her yerde aynıydı. Sıcak yaz gününde ayranın serinlettiği yalanına Bulgarlar da kanıyordu. Öte yandan farklıydılar da. Reklam panolarında meme ucu göstermek ahlaksız bir şey değildi onlar için... Milletçe 100 liraya bir depo benzin dolduracak türden vergilendiriliyorlardı ne yazık ki... Müttefikleri sayesinde taa ne zaman "Uzaya çıkan ilk Bulgar"ları olmuştu ve biz hala Sabiha Gökçen'i tartışıyorduk. Bizim çocuklarımız içkili lokantadalar diye ailelerinden alınmaya çalışılırken onlar öğle aralarında bira içiyor, köylerinde kendi rakılarını üretiyor, şaraplarını ihrac ediyorlardı...

Geç oldu ama olsun...

Bulgaristan'a hoşgeldiniz.

Can Toraman



Salı, Temmuz 26, 2011

TC (Toraman Cumhuriyeti) Vatandaşı Olmak

Toplum Sözleşmesi

Amaç sevgili nişanlım Inna'yı Toraman Cumhuriyeti vatandaşı yapmak.
Bilirsiniz, izdivaç, nikah kıyma veya evlilik kurumu çatısı altında toplanmak olarak da söylerler...

Normal şartlar altında bunun için gereken tek şey benim imzam olan bir kağıt parçası olmalı. Öyle değil mi?

Şöyle mesela:



Yani medeni dünyada, kötü hislerinden arındırılmış bir insanlığın beşiğinde...


Benim krallığımda, cumhuriyetimde kendi kararlarım, kendi hislerim, kendi doğrularım varken benden başka bir otoriteye ne lüzum var?
Ha elbette bir de Inna'nın rızası lazım. O kadar...

Tamam, tabii... Doğru söylüyorsunuz... Devletin memuru huzurunda bir "hökümet nikahı kıymak" en güzeli...

Ama gönül ister ki ben "aldım bu kızı" diyeyim ve dünya üzerindeki bütün sanal ve gerçek otoriteler bu durumu kabul etsin.

Sorun bu.
Ben ne hissedersem hissedeyim, ben ne sözler verirsem vereyim, illa ki bu işi resmileştirmem ve bu uğurda saçma sapan labirentlerden geçmem gerekiyor.

Yani önce 'Demokrasi' sonra 'Bürokrasi'...




Kabullendiğimi düşünmeyin. Uykularım kaçıyor.
Devlet denen duruş, ister kendine Bulgaria desin, ister Türkia, ister Eskimoistan... Varlığımın teminatı gibi duruyor, tamam! Ama sanki en ufak hatamda bu varlığı yok edecek, hapsedecek, yıldıracak, yok edecek...

Anarşist değilim. Sadece devlet fobim var. Düşünsenize, milyonlarca insan bir araya geliyor, vicdanlarının nasıl işlediğini kağıda döküyor, buna kanun diyor ve daha sonra aralarından bazıları bu kağıtları yorumlayıp hakkınızda karar veriyor. Onların hoşuna gitmeyen bir şey yaptığınızda sizi ya mahkum ediyor ya da yaşamınızı sonlandırıyor.

Demokrasi kelimesinin tam anlamı da bu değil mi zaten? Milyonların karar verme hakkı... Ben bir ülkenin yüzde ellisi ile aynı vicdani değerlere sahip değilsem neden yargılanma hakkımı ona teslim ediyorum?

Devlet olma durumu gerçekten de bu... Üç kişi, beş kişi... Milyon kişi... Kanun koyucular, uygulayıcılar, güvenlik güçleri, hapishaneler.
Hadi, o devletin başında hayatının önemli bir bölümünde Rousseau (bir seferde yazabildim=) ) okumuş olan Atatürk gibi birileri olsa 'tamam!' ben varım.
Sen otoritesin, benim kabulümsün. Ama hal böyle değil ki...

'Rousseau' dediğinde yüzüne "İçki mi istiyon lan benden?" diye bakacak insanlar tarafından yönetiliyoruz.
(Yiğidi öldür hakkını yeme: İnceledim. Birkaç tanesini hariç tutalım. Bu arada... İçişleri bakanımızın 6 çocuk sahibi olduğunu biliyor muydunuz? )

E o zaman? Hata yaptığım zaman beni koruyacak, işim düştüğü zaman yardımı için el açacağım devlet mekanizması aslında bir korku treni değil de ne?
Hele ki adalet sistemi ultra yavaşken.
Yani afedersiniz, bu yazı yüzünden "devletsizliği mi savunuyorsun lan sen, devleti yok etmek mi istiyorsun," diye üzerime gelseler süper bir on senemi tutuklu yargılama ile yok edebilirler. Kimse de bir s.kim diyemez. (Örneklerini gördük.) (Bu yüzden resmi olarak diyorum ki: Dünyadaki bütün devletler var olmalı. Zaten devletler olmazsa hepimiz y.rağa yan basarız.)

Tamam açık olacağım. Toplum sözleşmesinden bahsediyorum. Soşıl kontrakt...
Zararlı bir şey değilmiş gibi duruyor. Siyasi felsefe dahilinde basit bir düşünce.
Dinle.

Toplumu oluşturan bireyler biraraya geliyor ve diyorlar ki:

"Bizi bizden koruyacak kanun ve kurallara ihtiyacımız var.
Bu kanun ve kurallar öyle olmalı ki hepimizi sınırlamalı.
Bu kanun ve kurallar öyle olmalı ki kendimize ve birbirimize vereceğimiz zararı önleyebilmeli.
Bu kanun ve kuralları hepimiz kabul etmeli ve bu sınırlamanın uygulanması için bir güç odağı belirlemeliyiz.
Bu güç odağına devlet diyeceğiz ve bu devlet bizi yönetecek."

Bu noktada devlet bir kabile reisinden ibaret de olabilir, bir kral da, bir din kurumu da, veya bir cumhuriyet senatosu da olabilir.
Toplum sözleşmesi sonucunda ortaya çıkan bu devletlik olayı esasında bir mekanizmadır. İsmi ne olursa olsun yaradılış amacı sabittir.
Bu, halka düzen sağlamak; yaşantılarına barış ve huzur getirmek adına bireysel sınırları çizmektir.
Zaten aksi olamaz. Olduğu takdirde isyan olur, çarklar tekler, makina bozulur.

Tanım bu. Ters bir şey yok. Her şey normal gözüküyor.




Derken Weber Söz Kesip Araya Girdi

State is a human community that successfully claims the monopoly of the legitimate use of physical force within given territory.

Devlet, kendi bölgesinde resmi olarak fiziksel güç kullanımı tekeline sahip olan insan topluluğudur.

Max Weber

Yani?

Yani!

Yanisi şu: Devlet sizi isterse dürter, isterse sever.
Konu dürtmekse şayet, kimse kısa vadede bir şey diyemez, kayıplarınızı telafi edemez.

Türkiye'nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesini tanıyor olması da bir çözüm değildir. Temel haklarınız işgal edilmiş, bütün ordularınız dağıtılmış ve bedeninizin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Hak arama rotanızı AİHM'ye döndürebilmeniz için iç hukuk yollarının tamamının tükenmiş olması gerekir.
Yani: Önce süper yavaş adalet sisteminde hak ara.
Git, senelerce mahkemelerde takıl. Ömrünü tüket.
Hızlı olmayan adalet, adalet değildir. Değil mi?
Türkiye'de hak aramanın sistemli bir işkence yöntemi olduğunu şimdi değil ama ileride tarih kitapları yazacak.

Peki ya isyanım neye?

Inna'nın sınır dışı edilmesine.




Bir Kanun Kaçağıyla Evlenmek

Neyse... Çok dağıldık.
Konumuza dönelim.

Devletle şu güne kadar pek bir sıkıntım olmadı.
Taa ki geçtiğimiz pazara kadar.

3 senedir böyle.
Inna'nın memleketi olan Yambol'a gidebilmemiz için Edirne'ye gideriz. Orada terminalden babası alır ve 5-10 dakikada sınırı geçip 1 saat uzaklıktaki Yambol şehrine ulaşırız.
Olay bundan ibaret yani.

Ancak bu sefer sınırı 5-10 dakikada geçemedik. Türkiye Cumhuriyeti giderayak Inna'ya güzel bir kazık attı.

Tam Türkiye'yi terk ederken sınır kapımızda öğrendik ki Inna'nın oturma izni 30 Haziran'da bitmiş, 15 günlük serbest durma süresini de 9 gün ile aşmış.

(Bu arada oturma iznine dikkat çekmek istiyorum. 30 Haziran. Diplomalar 3 Temmuzda verildi. Yani devlet diyor ki, 'hiiç yüksek lisansla falan uğraşmaya kalkma, önce bir Türkiye'den çık, sonra ne yapıyorsan yap.' Fransa'da yaşayan Türkiye'li kuzenime Fransız devleti kira yardımı yapıyordu. Niye? Sırf Fransa bilim ve kültürüne katkı sağlıyor diye...)


Esasında sorun yok. Bu gibi durumlar çok olur. Bırakırsın geçer giderler. Inna'nın babası vakt-i zamanında defalarca yaşamış bu durumu. Sonuç olarak okumaya gelmiş bir genç kız bu. Şüpheli tavırlarıyla dikkat çeken, bilmem hangi diktatöryadan gelme Afrika'lı değil. Üstüne üstlük bu ülkeye vizesiz girebileceği, her girdiğinde 90 gün boyunca istediği gibi takılabileceği bir ülkeden geliyor.

Ama sınırdaki polis amca adeta düşman milletlerin ajanını saptamış gibi gururluydu. Cezayı tespit ederken kanunlara sarılmıştı. Ben "Ama yapmayın," dedikçe "Ama kanun bu," diyordu.

Arada "nerede okuyorsun," diye sormuş. "ODTÜ," cevabını alınca da büsbütün bozulmuştu. Kafasını sallayıp, yazıklar olsun dercesine işine dönmüş, ceza listesinden 9 gün değil de 10 günlük cezanın uygun olacağına karar vermişti.

9 gün aşma ile 10 gün aşma arasında bir fark vardı elbette ve o kanunlara çok saygılı polis memuru keyfince cezamızı arttırmıştı. Üstüne üstlük bunu, yanındaki diğer memurun kendisini sesli olarak uyarmasına rağmen yapmıştı!

400 lira cezası hiç sorun değil. O parayı cebimizden çıkarıp vermemiz 1,5 saniye sürer.
Sorun "Bir de 30 gün Türkiye'ye giriş yasağınız var," denmesi.

Devletlik hali budur işte. Keyfidir, çıkarcıdır...
Kim bilir neler geçer o sınırdan... Hep söylenir. Şu ilaçlar, bu içkiler, o uyuşturucular... Daha da fenası Habur'da teröriste kırmızı halı sermedikleri kalmışken Inna eli kanlı bir cani kadar olamaz.

O gün devletin polisi, yani devlet, Inna gibi akademik olarak başarılı, tanıdığım herkesten daha Atatürkçü ve üstüne üstlük Türk soylu birisini 30 günlüğüne bu ülkeyi yasakladı.

Çok büyük bir kayıp değil. İşlerimizi biraz sıkıştırdı. Bir şekilde hallederiz.

Ama devletin bu ihaneti... Paha biçilemez.