Cumartesi, Haziran 11, 2011

Inna Zlatimirova Yaneva'dan

Dün gece pek rahat uyuyamadım. Zaten akşamdan kafam bozulmuştu. Sabaha kadar türlü türlü kabuslarda bir şeylerden kaçıp, birileriyle uğraşıp durdum.
Bir ara susamışım, kalktım.
Uykunun neresinde olduğumu bilmesem de çok geç olduğunun farkındayım.
Inna yanımda değil, salonda bir şeylerle uğraşıyordu.
-
Sabah rutinimden sonra Facebook'ta Inna'nın sabaha karşı neyle uğraştığını gördüm. Ürperdim.

Buyrun...


GELDİĞİM ÜLKE BU DEĞİL

by Inna Zlatimirova Yaneva on Saturday, June 11, 2011 at 4:53am

2007 yılında, 23 Temmuz günü Marmaris’te sahilde otururken, ‘muhalefet’ gazetelerden bir tanesinin ilk sayfasına bakıyordum. Sinirime hakim olamayıp “Kim ya bu oy veren insanlar?! Yoktur öyle bir şey! Bunu da görecektik. Sandık yakacaksan bari tutarlı bir sayıyı yaksaydın!” diyerek masadaki arkadaşlarımla uzun süren bir tartışma başlatmış oldum.

Her birine hangi partiye oy verdiklerini sorduğumda ise aralarından biri “AKP” diye cevap verince nedenini söylemesini istedim.

Cevap: “Çünkü AKP ekonomimizi düzeltti. Çünkü çok demokratik.”

Şimdi görsem onu şunu sorarım: “Özgürlük tanımını da düzeltti, beğendin mi?”

-----

Ben bir Bulgaistan vatandaşıyım. Aslen babam bir Bulgar annemse bir Bulgaristan Türkü.

On bir yaşımdayken Türkiye’ye geldim.

Gelmeden önce bu ülkenin demokratik değil, İslamist diktatörlük olduğunu zannederdim.

Atatürk kim bilmezdim.

Türk halkı yobazdır zannederdim.

Kadınların kara çarşaflı, baskı altında bir yaşantı sürdürdüklerini düşünürdüm...

Yıl 1999, İzmir’e geldik.

Bir de ne göreyim: Türkiye hiç zannettiğim gibi bir yer değilmiş meğer.

Zamanla sevdim memleketi.

Zamanla tanıdım Atatürk’ü.

Zamanla benimsedim halkı.

Zamanla sahiplendim Türkiye’me!

Ben - bir Bulgaristan vatandaşı – sahiplendim Türkiye’ye.

“Ne Mutlu Türküm Diyene!” sözleri zihnimde yankılanırken, kalbimde sevinçle, gururla sevdim dört bir yanını, sevdim insanını, türküsünü, doğasını, tarihini bu ülkenin.

Gözyaşı döktüm her 10 Kasım’da.

Gözyaşı döktüm her 30 Ağustos’ta.

Ezberledim İstiklal Marşını, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesini.

Gururla baktım hep Türk bayrağına.

İstanbul boğazından her geçtiğimde gözümden akardı bir gözyaşı bakınca güzelim Istanbul’a...

---

Yıl 2002, aylardan Kasım oldu.

AKP iktidara geldi. Beraberinde farklı bir Türkiye geldi.

Yıl 2007 oldu.

Daha da farklı bir Türkiye geliyormuş meğer.

Yıl 2008.

‘Hepimiz’ ekranların başında, güzel bir haber bekliyorduk.

Gelmedi.

Yargıyı sorguladık.

Sorgulamaya da devam ettik.

Şimdi yıl 2011 olmuş.

Ağlıyorum.

Ağlıyorum ama bu sefer sebep farklı.

Ağlıyorum, can veriyor Türkiye diye.

Kızıyorum, zincirler takılmış bize bizden habersizce diye.

Cumhurriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Laiklik, Devletçilik, Devrimcilik.

Hangi biri kaldı soruyorum sana Türkiye!

Medyan susturuluyor; internetine filtreler geliyor;

yazarların, askerlerin hapislerde çürüyor; öğrencilerin coplarla dövülüyor;

işçileri işsizlikle savaşıyor; halkın açlıktan ölüyor;

kadınların tacizlere, çocukların eğitimde haksızlığa, azınlıkların ayrımcılığa uğuruyor;

terör sarmış dört bir yanını; yabancı semaye satın almış her şeyini.

Daha nice ‘hastalık’ bulaşmış sana Türkiye.

Daha kaç tane olması gerekecek?

Daha ne yaşamalısın ki “Yeter!” diyesin?

Yıl 2011 olmuş.

Korkuyorum.

Bekliyorum.

Buraya gelmeden önce bildiğim o hayali Türkiye gerçek oluyor gün geçtikçe.

Belki bir kurtuluş vardır diye bekliyorum, umut ediyorum.

Zaten bize ancak beklemek kalır.

Perşembe, Haziran 09, 2011

Mürekkep Lekesi




Rorschach'ın Günlüğü,

12 Ekim 1985,
Sabah sokakta köpek leşi,
patlamış karnı üzerinde tekerlek izleri.
Bu şehir benden korkuyor. Onun gerçek yüzünü gördüm.

Sokaklar lağımların devamı ve lağımlar kanla dolu. En sonunda giderler pıhtıyla kaplandığında, bütün sıçanlar boğulacak.
Seks ve cinayetlerinin birikmiş pislikleri bellerine kadar köpürecek ve bütün fahişeler ve politikacılar yukarı bakıp "Kurtar bizi!" diye bağıracak...

...ve ben de aşağıya bakıp fısıldayacağım: "Hayır."


-----

Who Watches The Watchmen?


1. Filminin romanı kadar güzel olduğu az eser vardır.

2. Gönül rahatlığıyla roman denebilecek de az sayıda çizgi roman...

Watchmen işte böyle bir yapıt. Çizgi romanı okuduktan sonra filmine baktığınızda ustaca ve zekice uyarlandığını görüyorsunuz. Çünkü Watchmen 'bunu' hak ediyor, daha azını değil.
Filtreler, ışıklandırma, açılar, kostümler, müzikler... destansı! Çizgi romanda ne görüyorsanız onu size bir sinema filmi halinde vermek için ellerinden geleni yapmışlar. Romanın her bir bölümün sonunda yer alan, geçmişe ışık tutan birkaç sayfalık düz yazı bölümleri bile sinematik beceriyle sahnelenerek filmin içine gömülmüş.

Watchmen kara mizah ile yıkanmış sarsıcı bir edebi bütünlük... Ne çocuklara ne de naiflere göre.
Yazarı Alan Moore'un diğer bir önemli eserinin de V for Vendetta olduğunu hatırlatmakta fayda var.




Ana hikaye 1985 yılında geçiyor. Arkaplanda ise soğuk savaş döneminde Sovyetler Birliği ve Amerika arasındaki gergin çağın karanlık bir yansıması var. Kostümlü kahramanlar mevcut ancak bir tanesi haricinde hiçbirinin süper gücü yok.
Süper güçleri olmayan kahramanlarla ilgili biraz politik, biraz yargılayıcı bir masal yani. Kişisel çıkmazlar, travmalar, toplumun ve toplumsal figürlerin karanlık yüzüne yoğunlaşan, acımasızca eleştiren ve bu amaç doğrultusunda da zaman zaman midenizi kaldırmaktan çekinmeyen bir eser.
Yani bizimkiler biraz sembolizmden anlasalar tam yasaklanmalık bir kitap!!!


Watchmen bin defa okunur, bin defa izlenir... Watchmen karakterlerinden Rorschach ise bin bir defa.



Siyah ve Beyaz

Yüzyılın 'Arıza' karakterleri arasında liste başı olmaya aday bir kahraman. Birinci derece cinayetten aranıyor. Aranmasa şaşarsınız. Ancak okudukça veya izledikçe her hareketine hak veriyorsunuz. Rorschach'ın bulunduğu karanlık dünyada Rorschach'ın gözlerinden baktığınızda yargılanması gereken tek bir şey varsa, o da Naiflik. Rorschach'ın doğrularına göre iyi bir insan kötüleri katletmeden yaşıyorsa o kişi gerçekte iyi değildir. İkiyüzlüdür, şerefsizdir.

Hayat kapkara... Walter Kovacs, yani Rorschach umutsuz.
İnsanlık onu hayal kırıklığına uğratmış. Ama o yine de savaşıyor. Ona göre her şey uçlarda. Ya siyah ya da beyaz... 16 yaşındayken o meşhur mürekkep testi şeklindeki maskesini edinme hikayesi var.
Genç Walter vasıfsız eleman olarak bir tekstil firmasında çalışıyor. Bir ara önüne iki doku arasında akan renklere sahip o meşhur kumaş geliyor. İtalyan genç bir kızın siparişi, bir elbise... Ancak kız elbiseyi teslim almamış. Çirkin bulmuş. Walter Kovacs "Yanlış," diyor. "Hiç de çirkin değil. Siyah ve beyaz hareket ediyor. Şekli değişiyor. Ama karışmıyor. Hiç gri yok. Çok ama çok güzel."
Gençlik dönemleri için 'yufka yürekliydim,' dese de hamuru böyle. Rorschach için gri yok. Sadece siyah ve beyaz var.



Kumaşı alan Kovacs eve götürüyor, biraz kurcalayıp bırakıyor. Kumaşı bir yerlerde unutuyor.
Daha sonra iki yıl geçiyor ve haberlerde İtalyan kızın ismini görüyor. Kitty Genovese... Apartmanının önünde saldırıya uğramış, tecavüz edilmiş ve öldürülmüş.
Haberin detaylarında yaklaşık kırk komşusunun Kitty'nin çığlıklarını duyduğu ancak bu duruma karşı bir şey yapmadıklarını, polisleri aramaya tenezzül etmediklerini yazıyor. Kitty yok edildiği sıralarda komşularının umursamazlığı öyle bir boyuttaymış ki bazısı aşağıda olan biteni izlemiş bile...
Hiçbir şey yapmadan izlemiş...
Bunu öğrenen Kovacs insanların iki yüzlülüğünü görüyor ve insanlığından utanıyor. Eve gidiyor ve kumaşı bulup kendine aynada bakabileceği bir yüz yapıyor.

Utanç daha iyi anlatılabilir mi? Veya insanlık onurunun yükü?


Walter Kovacs başta yalnızca maskeli bir kahramanken daha sonra trajik bir biçimde Rorschach'a dönüşüyor.

Bir gün küçük bir kız çocuğu zengin bir aileden geldiği sanılıp kaçırılıyor. Kötü bir hata. Fidye bile istenmiyor. Kovacs kızın ailesine söz veriyor. Karanlık insanları sorguluyor ve canlarını yakıyor. 14 kişiyi kim bilir ne halde bırakıyor. 15incisi şakıyor.

Adres.
Kovacs oraya gidiyor ancak görünürde bir şey yok. Arka bahçede iki köpek birkaç kemik için kavga ediyor. Kovacs etrafı iyice arıyor. Sobada küçük kızın kıyafetini, tezgahta derin kesikleri ve kanı, bir dolapta da kasap bıçaklarını buluyor. Köpeklere dikkatle bakınca uğruna savaştıkları şeyin küçük bir uyluk kemiği olduğunu görüyor.
Rorschach, Walter Kovacs'ın o gün o küçük kızla beraber öldüğünü söylüyor. Kovacs bambaşka bir insana dönüşüyor.
Rorschach sorumlu iti bekliyor. Eve geldiğinde köpeklerinin cesetlerini camlardan üzerine atıp herifi terörize ediyor. Daha sonra içeri girip hesabını kesiyor. Filmde itin kafasına satırla defalarca vuruyor. Çizgi romanda ise adamı bir odaya kelepçeliyor ve önüne ince bir et testeresi atıyor. Odaya kerosen döküyor ve yakıp çıkıyor.
Testere filminden önce yazılmış bu sahne, unutmayın. Adam ya bileğini kesecek ya da yanacak.
Rorschach dışarıdan izliyor. Odadan çıkan olmuyor. İt yanarak ölüyor.
Bütün bu sahneyi böyle renkli anlatmamın bir sebebi var: Rorschach'ın psikiyatrına söylediklerinin anlaşılması.

"Varlık tesadüfi. Uzun uzun bakıp hayal etmemize rağmen hiçbir deseni yok. Üzerine ne yüklemeye çalışırsak çalışalım hiçbir anlamı yok.
Bu dümensiz dünya şaibeli metafiziksel güçler tarafından şekillendirilmedi. Çocukları öldüren Tanrı değil. Onları kesip doğrayan kader değil. Ya da onları köpeklere yediren yazgı değil.
Biziz.
Yalnızca biziz."




Asabi, şiddet yanlısı, doğrucu, pragmatist, onurlu bir anti-kahraman... Siyah tarafı Nihilist, beyaz tarafı ise Hümanist. Arada hiçbir şey yok... Bu yüzden acıklı bir şarkı gibi.

Rorschach'ın adaletini izlerken kimi insanın aldığı hazzın psikoanalizini yapmak hiç de zor değil.
Rorschach hapiste. Mahkumların yarısı belki de onun yüzünden içeri tıkılmış. İlk gün yemek sırasında bekliyor. Şerefsizin birisi arkadan yaklaşıyor. Sözlü taciz... "Sen dışarıda pek bir ünlüsün, ben de burada ünlüyüm Rorschach! Dur sana imzamı vereyim." Elinde bir şiş beliriyor. Saplayacak...
Rorschach güçlü kötülerin ortasında kapana kısılmış iyi bir ruh. Sen mesela. Çocukken veya gençken kötü yürekli birileri tarafından kıstırıldıysanız anlamışsındır. Hiçbir günahı olmayan kişinin haksızca taciz edilmesi ve hatta yaralanması...
Rorschach elindeki çelik tepsiyle şişi engelliyor, önündeki camı kırıyor, fritöz yağını şerefsizin kafasına boca ediyor. Adamın yanan yüzünü görüyor, çığlıklarını duyuyor ve rahatlıyoruz.

Analiz: Güç gösterisi. Hayatına veya vücut bütünlüğüne karşı potansiyel tehditlerin şiddet kullanılarak yok edilmesi. Diğer avcıların bilinçaltına kaydedilen "Ben tehlikeliyim," imajı. Onlara bir uyarı.
Zaten Rorschach sahnenin sonunda bağırıyor. "UNUTMAYIN BEN SİZİNLE KAPANA KISILMADIM! SİZ BENİMLE KAPANA KISILDINIZ!"
Pek çok iyi insanın ıslak rüyası... Rorschach gibi güçlü olmak değil sadece... Hem onun kadar güçlü olmak hem de korkusuz ve kararlı olmak!
Çünkü Rorschach affetmiyor. Kötü, cezasını en ağır biçimde çekiyor. Bunu arzuluyoruz, çünkü kötü bir dünyada yaşıyoruz. İyi bir insan olmanın ödülünü almıyor, çoğunlukla cezasını çekiyoruz. Ve gün geliyor iyi olmak yorucu oluyor.
Hal böyleyken Rorschach'ın kırdığı her kemiğin sesi kulağımıza tatlı bir rüzgarın fısıltısı, çakılları yuvarlayan dalgaların sesi gibi geliyor.

Rorschach ben de dahil olmak üzere bir kısım insan tarafından çok seviliyor. Çünkü onun hükümleri hukuk felsefesinin ötesinde yer alıyor.
Gerçekte adalet böyle sağlanmaz... sağlanamaz.
Ama iyi insanların hayallerinde bu hep böyledir. Çünkü her şeyin bir bedeli vardır. İyiliğin bile...




Güzel bir Rorschach kolajı için...

Salı, Haziran 07, 2011

Bir Sana Bir De Osaka Şafağına Hasretim

Tek Rakibim JAL!* (*cepıniz eer laynz)

Bunlar Dekatora.
Etimolojisini açıklamak istediğimde o eski fıkra geliyor aklıma.
[90'larda dikkatli bir çocuk veya genç değildiyseniz bu fıkranın bir kısmını anlamayacaksınız. Sayfa 79'a devam edin. (hah!) ]
Sene 1990. Temel Amerika'dan dönüyormuş, onu havaalanında karşılasın diye Dursun'u aramış. Tabii o dönemlerde hatlar bugünkü gibi değil. Telefon uzunca bir süre bağlanamamış; bağlandığında da cızırtılı, ekolu rezalet bir irtibat olmuş. Sesler duyulmuyor, söyledikleri anlaşılmıyormuş. Neyse. Dursun sormuş, "Temel hangi firmayla geliyorsun?"
Temel de cevaplamış "Pan Am!" Dursun duymadığı için, bağırmış, "Nee?" Temel yeniden seslenmiş "PAN AM!" Dursun anlamamış "Ney ney?" Temel bağırmış bu sefer "PAN AM!" Dursun isyan etmiş, "Temel anlamıyorum, kodla da söyle şunu!" Temel sinirlenmiş tabii; avaz avaz bağırmış: "Panda'nın Pan'ı. Ananın...-"

Dekatora: Dekarosyon'un dekası, Torakku'nun Torası. Torakku bildiğin kamyon. Japon kamyon şoförlerinin hepsi olmasa da bir kısmı böyle araçlarla japon karayollarında direksiyon sallıyor. Krom kaplı aparatlar ve süsler, yüzlerce renkli LED, airbrush resimler... Şöyle bir iç geçirip "Japon'un kamyoncusu bile bir başka yahu!" diyebilirsiniz. Merak etmeyin, bu sizi kesinlikle vatan haini veyahut ecnebi özentisi kılmayacaktır. Çünkü göz var, izan var. Japon kamyoncusunun ekmek teknesini farklı dekore ettiği bir gerçek.
Bizimkilerden daha mı iyi peki? Daha mı güzeller? Onun cevabı burada değil, şahsınızda gizli! Yani siz ne derseniz o.
Ama tutup da işi "Sanat eseri lan bunlar!" boyutlarına taşımamak lazım. Haksızlıktır. Düzenbazlıktır.


Algıda Günahkarlık... Ama neden?

Çok sık yapılıyor. Yani... 'Sanatı elitlerin hegemonyasından kurtaracağız,' diye çok canlar yakılıyor.
Ota boka sanat denmesinden bahsediyorum. Genel kanı çerçevesinde kabul görmemesi muhtemel olan bir obje alınıyor; alkışlanıyor ve sonra da alkışlatılıyor. Sanki çok möhim bir kelimeymiş gibi "İşte san'at" deniliyor. (bkz. Kelimenin içini boşaltma)

Amaç belli.

Tamam. Muhalif olacağım, aykırı olacağım diyebilirsiniz. Hepimiz o fazdan geçtik veya geçiyoruz... Ama bunun için yerlere yatmaya gerek yok. Ayakta da aykırı olabilirsiniz.

Sanat nedir falan diye sormuyorum hem ayrıca.
Sanat tarihi hocasına veya neo-bişey akımına mensup sanatçıya sorsanız birbirinden farklı ama aynı derecede sinir bozucu cevaplar alırsınız. Herkesin kendine göre kriterleri var.
Kabul.
Ama ya sınırınız?

En aşağı neyi takdir edeceksiniz?

En çirkin neye "Bu değil ama!" diyeceksiniz?



Dur hele! Saykıdelik Rak Açıyorum...


Bana sorarsanız, kamyon dekorasyonu denen şeyin sanat ile bir alakası olamaz. Ne burada, ne Japonya'da! İşte bu yüzden de kamyonuna yazılar yazan, dere tepe resimleri çizdiren veya fütüristik ekipmanlar ekleten kişinin yaptığına "kötü sanat" veya kitsch veya başka bir halt diyemeyiz.

Yine bana sorarsanız, bu şeyler güzeldir. Sanat adına değil, varlık amaçları adına... Renkli, farklı, bir amaç için var olan, içindekinin ruh halini yansıtan şeyler...

Büyük sözler bunlar, beylik denen cinsten. Yani sanat adına... Ağzıma yakışır mı? Sanatın evrenselliğinden falan bahseden, umuda ve estetik inancına sahip olan onca insanın karşısında söylemek kolay mı?

Soruyorum:
Simsiyah tuvale sanat diyen modern sanat simsarı kadar korkunç değil mi kamyon şasisine iki tane oya koyulmasını yücelten Çakma Anadolu Hipster'i?

Dur. Olayı basitleştiriyorum.

Koyu kızıl duvarlar, ahşap dokusu ile tıklım tıkış bir kafedeyiz. Duvarlarda ergen Hollywood filmlerine ait afişler, sarkastik ihtarlar, isyankar manifestolar var. Sigara dumanı havada asılı kalmış, kıpırdamadan duran bir bulut. Gürültülü insanlar. Kadife ceketler. Sakallar. Kahve bardakları bir dudağa bir masaya değiyor.
Adam diyor ki "İnsanın yaptığı her şey sanat. Simitçinin ıslıkla çaldığı türkü bile! Birisi, bir diğerinden daha önemli olamaz."
Sonra Pink Floyd'dan bir şeyler çalıyor. Adam dinlerken kendinden geçiyor. "Ee abi," diyorsun. "Bu da sanat o da sanat değil mi?"
Tereddüt etmeden "Evet," diyor adam.
"David Gilmour sana o hazzı yaşatmak için 'bir hayat' tüketti. Bir şeyler yaşadı. Bir şeyler yaşattı. Parçalandı, birleşti. Kırdı, kırıldı. Maddeler kullandı. Belki birkaç defa ölümün kıyısından döndü. Düşündü, düşledi. Sonra senin dizlerini titreten o şarkıları yazdı. Ve sen şimdi diyorsun ki, simitçinin içli ıslığı ile Comfortably Numb aynı şey. İkisi de san'at. İkisi de yaratımın bir ürünü. İkisi de insani açıdan aynı kıymette. Öyle mi?"
Adam yutkunuyor, ağzını açacak gibi oluyor.
"Biliyorum. Sanat diye tanımladığın bir şeyin illa ki güzel olmasına lüzum yok. Asıl olay ne biliyor musun? Sanat diye bir şey yok. Yani o sanat, bu sanat... Bunlar yalan.
Ama bir anlığına evrenin biraz daha anlamlı bir yer olduğunu, bir anlığına yaşamlarımızın bir kıymeti olduğu yalanına inanırsak... Sence de o kelimeye ihtiyacımız yok mu? Yani madem yalan söylüyoruz bari bu yalanlara bazı kıstaslar getirelim. Mesela anlamsız bütün insan üretimlerine sanat diyelim. Hah işte... Burada aynı anda konuşuyoruz. Fakat ben bir noktayı reddediyorum. Her şey olmamalı. Çünkü biz insanlar bu kelimeyi bir onur nişanı olarak, bir yüceltme sembolü olarak kullanıyoruz. Ben içli ıslık türküsünü yüceltmek istemiyorum. Çünkü bir skim emek yok o işte. Ne zihinsel ne de fiziksel olarak. Ayrıca bir skim arkaplan da yok o işte. Yani, hangi bütünün parçası o, diye sorsam cevap bulamam. Hah işte Sanat sanat diye destursuz anılmasın dediğim kelam da bu! Birileri hayatını bu işe adıyor, bir şeyler üretiyor... Kelimeleri, notaları, çamuru alıyor, anlam oluşturacak şekilde birbirine bağlıyor. Üretim evrim geçiriyor; sudan karaya çıkıyor... Anlamlar değişiyor, derinleşiyor, bazen basitleşiyor ama hiçbir zaman birikimini yitirmiyor. Bu süreçte organizmalar tarafından milyarlarca kilo kalori enerji harcanıyor... Eser böyle oluyor. Sanat bu oluyor.
Buralara yaz günü kar yağıyor canım, ölene kadar seni bekleyemem, değil yani. Anladın mı?"

Sessizlik.

Kimse bir şey söylemiyor.
Tam o esnada internette bir video dolaşmaya başlıyor. Serdar Ortaç konser kaydı. Another Brick In The Wall'u söylüyor.
Aynı anda Şili'de bir yanardağ patlıyor. Depremler. Tayfunlar. Kasırgalar. Viral reklamlar.

Derken birisi çıkıyor ve tüküre tüküre konuşuyor:
"Sanatçı kamyon şoförlerini seviyorum. Japonları da. Bizimkilerin atası pehlivan, bunların samuray, ne farkı var? 'Arıza Geni' bütün memleketlerde ortak değil mi hacı?"


- dedi Can Toraman Torakku