Cuma, Kasım 25, 2011

Bulgaria'da Hayatta Kalmanın Yolları (Resimli Rehber)

KOMRAD!

"Where is Bulgaria?" she asked.
I said "Oh! It's somewhere between communism and 80's, in general."
-Any Visitor


Dünyanın herhangi bir yerinde “Aman Allah’ım ben nereye geldim?” diyecek kadar şaşırabilirsiniz. Kontrast denen algı vitamini her yerde mevcut. Keza Bulgaristan da durum aynı… Çok acayip, son derece enteresan bir sürü şey var ama bana sorarsanız o, “yok edici” unsur burada mevcut değil.

Farklı bir sürü şey var ama hepsi küçük küçük. Mesela Sırbistan öyle değildi. Huriler falan… Heh heh… Neyse.

Kısaca turistik bir duruşla Bulgaria…


Case Study #1: They say ‘No’ when they say ‘Yes’

Kayınpederim salonda oturuyor. Yanına gidiyorum ve “Biz markete gidiyoruz,” diyorum. Kafasını tasvip etmiyormuş gibi iki yana sallayıp bir “aha sıçtın” bakışı atıyor. Ben “Allah belanı versin damat!” demesini beklerken “tamam” diyor. Evden çıkarken kendimi tuhaf hissediyorum. Acaba niye memnun değil?

Marketten dönüyorum. Kayınpeder yine salonda. Bu sefer dizi izliyor. Diziyi biliyorum. “Çok güzel dizi,” diyorum. Kayınpeder dönüyor ve yine tatsızca kafasını iki yana sallıyor. Hayır demesini beklerken tutuyor, “Evet,” diyor.

Aman Tanrım! Yalnızca kayınpeder değil, Inna’nın arkadaşları da aynı şekilde.

Bir şey söylüyorsun. Başları hoyratça iki yana savruluyor. “Aha dövecek şimdi” diye beklerken “evet” diyorlar.

Bence poker oynamak için uygun bir yer değil. En azından rakibinizin yüzünü okumak sandığınızdan zor olabilir.

Akla gelen ilk soru: “Bir millet neden ‘evet’ derken veya bir şeyi olumlarken kafasını iki yana sallar? Şaka yapmıyorum. Bulgarların en ilginç özelliğidir bu. Kısa süreli konuşmalarda mini mindfuck’lar yaşatan vücut hareketlerinin derinden etkilemediği kimseyi görmedim.

(Hoş gerçi, dünya üzerinde “Hayır” anlamında gözlerinin beyazını gösterip kafasını geriye atan bir tek Türk’lerdir derler ya neyse.)

Case Study #2: ‘Süper’ Market

Bizim migros onlarda Kaufland…

Giriyoruz markete ve Avrupa Ekonomik Arazisi ülkelerinin işgaline tanık oluyoruz. Elbette ki Bulgaristan çok üretici bir ülke değil ama bu kadarı da olmaz dedirtecek çoklukta Kuzey Avrupa malı mevcut.

Sıkıntı bunda değil elbette; sıkıntı köşeyi dönünce.

Ta da!



Bu sadece küçük bir kısmı...

Yanlış anlaşılmasın, olay yalnızca abur cuburdan ibaret değil. Liste salçalar, turşular, makarnalar diye devam ediyor.

Bir de şu var.



(İnanması güç ama bu da Türk Malı)



Case Study #3: Soundtrack of Bulgaria

Bir fincan kahve içmeye dışarı çıkıyoruz. Yürüme mesafesinde yalnızca yayaya açık yollar; yollarda ıhlamur ağaçları; ağaçların altında da bir sürü kafe var.

Kafelerden dışarı taşan müzik tıpkı arabada dinlemeyi sevdiğimiz ‘devet devet devet’ (99.9) radyosunda çalanlar gibi.

Oturuyoruz ve en son hitler eşliğinde zamanın döngüselliğini düşünürken kahvemizi içiyoruz.

Tiziano Ferro’dan Perdono; Eiffel 65’tan I’m Blue; Era’dan Ameno;

Backtreet Boys’dan Show Me The Meaning of Being Lonely; Enrique Iglesias’dan Bailamos;

Atomic Kitten – Whole Again; Juanes – La Camisa Negra;

Robbie Williams – Angels; Metallica – Nothing Else Matters; Ricky Martin – Livin La Vida Loca…

Marc Anthony – You Sang To Me; Kylie Minogue – Can’t Get You Out of My Head…

Hayır, zaten etrafınızda görebileceğiniz bütün dekor parçaları bombeli plastiği, aliminyum doğramaları, lastik çiçekleri, tozlu camlarıyla 50’lerin, 80’lerin ve 90’ların üst üste binmiş, bütünleşmeye çalışan bir hali gibi… Bir de üstüne benim çocukluğum, bir başkasının gençliğine denk gelen ve tarihte “kayıp çağ” olarak nitelendirilen 90’ları dinlemek… Kendi içlerimizde saklı bir nostalji havasını çaresizce hissediyoruz. Kelimeler ağzımızda donuyor, eşlik ediyoruz.

Sorabilir, sorgulayabilirsiniz. Olur mu öyle şey, diye. Haklısınız.

Elbette buradaki insanlar da Jay-Z, Lady Gaga falan biliyorlar ve çalıyorlar ama... nedense... bütün dünyanın 90’larda, 2000’lerin başında dinlediklerini tercih ediyorlar. Saygı duyuyoruz.

Case Study #4: Folklorik Musiki İşleri

Dönercideyiz, döner yiyoruz. Türklerin işletiyor olması çok bir şeyi değiştirmiyor. Televizyonda Bulgar müzik kanalı açık…

Pardon Bulgar Pop-Folk kanalı…

Pardon pardon… Bulgar Softcore kanalı!

Lokmam bir ara boğazımda kalıyor. Trakya havası eşliğinde erotizmin doruklarına ulaşan sahnelerden gözlerimi ayıramıyorum. Hayır efendim tahrik falan olmadım. Bir başka mini mindfuck da burada yaşıyorum. Ney? Nasıl? derken Inna hatırlatıyor “İşte bak o bahsettiğim Çalga denen tür.”

Üstüne bir de pis pis gülümsüyor. Biliyor ambale olduğumu.

Böyle bir tür var. Klipleri fantastik, sözleri imalı…

Bir ara bir tanesini tercüme ediyor:

Vereyim mi sana,

Vereyim mi sana,

Vereyim mi sana,

Kalbimi…

Bir izleyin derim.


Case Study #5: Kıvanç Tatlıtuğ Syndrome

Vakti zamanında Türk isimleri zorla Bulgar isimlerine dönüştürüldüğünde gıkı çıkmayan bir milletin yıllar geçip de Türk dizilerini pek bir sever hale gelmesini anlamak için ciddi sosyolojik çalışmalar yapmak lazım. Kavak Yelleri falan hikâye… Küçük Sırlar neredeyse prime time’a konacak; Yaprak Dökümü herkesin aklında; Muhteşem Yüzyıl satın alınmadan önce youtube’da Bulgarca alt yazılıydı.


İsim Şehir:

Zannediyorum ‘Sovyet’ kelimesi her halde en çok mimarları irite ediyordur. Demir Perde ülkelerinin en bilindik ortak yanı işte o kaba saba bloklar, komün yaşamın arı yuvaları değil mi?



Kimse aksini iddia etmesin: Düşüncesi, düşü, ahlakı, vicdanı, temelleri veya duruşu ne olursa olsun kapitalizm kadın, komünizm erkektir.

Liberal sanat ve mimari kıvrımlara sahip ürünlerle; hadi olmasın, en azından ağzınınızın suyunu akıtan narin çizgilerle doludur. Sosyalist taraflarda ise (atıp tutmak için çok gencim ama yani Polonya'da da bulundum şimdi lütfen biraz kredi verin) binaları ve heykelleri topraktan fışkırır, erekte bir güçle dikilir.



Ayn Rand ile ilgilenmeyenler bu bölümü atlayabilir:

[[

Ayn Rand, Roark'ı tasarlarken kendi yaratabilme kapasitesinin ötesinde bir karakter tasarlamıştır.
Roark sosyalizmin de, kapitalizmin de ötesinde bir varlıktır.
Ancak Ayn Rand'ın sçtığı nokta, Roark'ın sanatının tanımı ve Roark'ın copy-paste'i olan diğer insan üstü "objektivist" karakterlerini yaratmasıdır.

Roark bireycidir, ama onun gibi dizayn edenler hep sosyalistlerdir.
Roark romanın sonlarına doğru TOKİ işine girer. Tamamdır. Doğrudur. Süper idealist bir kapitalist sistemde işte o konutlar gibi konutlarda yaşamalıdır bireyci insan... Ama gerçekte bu böyle olmamaktadır.

Roark liberaldir. Toplumcu veya altürist değildir. Bu duruş ona yakışır... Ama Atlas Silkinmeseydi her şey daha iyi olurdu...

]]


Bitti.

Dil:
Sordum, "Sizde Türkçe kelimeler varmış," diye.
Cevapladılar: "Aysiktir!"

Güldüm.
Devam ettiler: "Duvar, tavan, perde, dolap, çekmece, tamam, ama, yavaş yavaş, çeyiz..."
Turist iken, konuşurken, küfrederken, dikkatli olmalı. Papazın bile Türkçe konuştuğuna şahit oldum.
Aman diyim.


Bakıç Açısı:

Sordular, "Sizin orada kızları satmak yasal mı?" diye. Baktım yüzlerine öylece...
Devam ettiler: "veya öldürmek???"
Ama şaşırmadım.
Karısını kızını parçalayan orospu çocuklarına keyifli ceza indirimleri uygulayan adalet sistemi elbetteki elalemin maytap konusu olacaktı!



Ve Daha Neler Neler:
Sonuç olarak insan her yerde aynıydı. Sıcak yaz gününde ayranın serinlettiği yalanına Bulgarlar da kanıyordu. Öte yandan farklıydılar da. Reklam panolarında meme ucu göstermek ahlaksız bir şey değildi onlar için... Milletçe 100 liraya bir depo benzin dolduracak türden vergilendiriliyorlardı ne yazık ki... Müttefikleri sayesinde taa ne zaman "Uzaya çıkan ilk Bulgar"ları olmuştu ve biz hala Sabiha Gökçen'i tartışıyorduk. Bizim çocuklarımız içkili lokantadalar diye ailelerinden alınmaya çalışılırken onlar öğle aralarında bira içiyor, köylerinde kendi rakılarını üretiyor, şaraplarını ihrac ediyorlardı...

Geç oldu ama olsun...

Bulgaristan'a hoşgeldiniz.

Can Toraman



Salı, Temmuz 26, 2011

TC (Toraman Cumhuriyeti) Vatandaşı Olmak

Toplum Sözleşmesi

Amaç sevgili nişanlım Inna'yı Toraman Cumhuriyeti vatandaşı yapmak.
Bilirsiniz, izdivaç, nikah kıyma veya evlilik kurumu çatısı altında toplanmak olarak da söylerler...

Normal şartlar altında bunun için gereken tek şey benim imzam olan bir kağıt parçası olmalı. Öyle değil mi?

Şöyle mesela:



Yani medeni dünyada, kötü hislerinden arındırılmış bir insanlığın beşiğinde...


Benim krallığımda, cumhuriyetimde kendi kararlarım, kendi hislerim, kendi doğrularım varken benden başka bir otoriteye ne lüzum var?
Ha elbette bir de Inna'nın rızası lazım. O kadar...

Tamam, tabii... Doğru söylüyorsunuz... Devletin memuru huzurunda bir "hökümet nikahı kıymak" en güzeli...

Ama gönül ister ki ben "aldım bu kızı" diyeyim ve dünya üzerindeki bütün sanal ve gerçek otoriteler bu durumu kabul etsin.

Sorun bu.
Ben ne hissedersem hissedeyim, ben ne sözler verirsem vereyim, illa ki bu işi resmileştirmem ve bu uğurda saçma sapan labirentlerden geçmem gerekiyor.

Yani önce 'Demokrasi' sonra 'Bürokrasi'...




Kabullendiğimi düşünmeyin. Uykularım kaçıyor.
Devlet denen duruş, ister kendine Bulgaria desin, ister Türkia, ister Eskimoistan... Varlığımın teminatı gibi duruyor, tamam! Ama sanki en ufak hatamda bu varlığı yok edecek, hapsedecek, yıldıracak, yok edecek...

Anarşist değilim. Sadece devlet fobim var. Düşünsenize, milyonlarca insan bir araya geliyor, vicdanlarının nasıl işlediğini kağıda döküyor, buna kanun diyor ve daha sonra aralarından bazıları bu kağıtları yorumlayıp hakkınızda karar veriyor. Onların hoşuna gitmeyen bir şey yaptığınızda sizi ya mahkum ediyor ya da yaşamınızı sonlandırıyor.

Demokrasi kelimesinin tam anlamı da bu değil mi zaten? Milyonların karar verme hakkı... Ben bir ülkenin yüzde ellisi ile aynı vicdani değerlere sahip değilsem neden yargılanma hakkımı ona teslim ediyorum?

Devlet olma durumu gerçekten de bu... Üç kişi, beş kişi... Milyon kişi... Kanun koyucular, uygulayıcılar, güvenlik güçleri, hapishaneler.
Hadi, o devletin başında hayatının önemli bir bölümünde Rousseau (bir seferde yazabildim=) ) okumuş olan Atatürk gibi birileri olsa 'tamam!' ben varım.
Sen otoritesin, benim kabulümsün. Ama hal böyle değil ki...

'Rousseau' dediğinde yüzüne "İçki mi istiyon lan benden?" diye bakacak insanlar tarafından yönetiliyoruz.
(Yiğidi öldür hakkını yeme: İnceledim. Birkaç tanesini hariç tutalım. Bu arada... İçişleri bakanımızın 6 çocuk sahibi olduğunu biliyor muydunuz? )

E o zaman? Hata yaptığım zaman beni koruyacak, işim düştüğü zaman yardımı için el açacağım devlet mekanizması aslında bir korku treni değil de ne?
Hele ki adalet sistemi ultra yavaşken.
Yani afedersiniz, bu yazı yüzünden "devletsizliği mi savunuyorsun lan sen, devleti yok etmek mi istiyorsun," diye üzerime gelseler süper bir on senemi tutuklu yargılama ile yok edebilirler. Kimse de bir s.kim diyemez. (Örneklerini gördük.) (Bu yüzden resmi olarak diyorum ki: Dünyadaki bütün devletler var olmalı. Zaten devletler olmazsa hepimiz y.rağa yan basarız.)

Tamam açık olacağım. Toplum sözleşmesinden bahsediyorum. Soşıl kontrakt...
Zararlı bir şey değilmiş gibi duruyor. Siyasi felsefe dahilinde basit bir düşünce.
Dinle.

Toplumu oluşturan bireyler biraraya geliyor ve diyorlar ki:

"Bizi bizden koruyacak kanun ve kurallara ihtiyacımız var.
Bu kanun ve kurallar öyle olmalı ki hepimizi sınırlamalı.
Bu kanun ve kurallar öyle olmalı ki kendimize ve birbirimize vereceğimiz zararı önleyebilmeli.
Bu kanun ve kuralları hepimiz kabul etmeli ve bu sınırlamanın uygulanması için bir güç odağı belirlemeliyiz.
Bu güç odağına devlet diyeceğiz ve bu devlet bizi yönetecek."

Bu noktada devlet bir kabile reisinden ibaret de olabilir, bir kral da, bir din kurumu da, veya bir cumhuriyet senatosu da olabilir.
Toplum sözleşmesi sonucunda ortaya çıkan bu devletlik olayı esasında bir mekanizmadır. İsmi ne olursa olsun yaradılış amacı sabittir.
Bu, halka düzen sağlamak; yaşantılarına barış ve huzur getirmek adına bireysel sınırları çizmektir.
Zaten aksi olamaz. Olduğu takdirde isyan olur, çarklar tekler, makina bozulur.

Tanım bu. Ters bir şey yok. Her şey normal gözüküyor.




Derken Weber Söz Kesip Araya Girdi

State is a human community that successfully claims the monopoly of the legitimate use of physical force within given territory.

Devlet, kendi bölgesinde resmi olarak fiziksel güç kullanımı tekeline sahip olan insan topluluğudur.

Max Weber

Yani?

Yani!

Yanisi şu: Devlet sizi isterse dürter, isterse sever.
Konu dürtmekse şayet, kimse kısa vadede bir şey diyemez, kayıplarınızı telafi edemez.

Türkiye'nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesini tanıyor olması da bir çözüm değildir. Temel haklarınız işgal edilmiş, bütün ordularınız dağıtılmış ve bedeninizin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Hak arama rotanızı AİHM'ye döndürebilmeniz için iç hukuk yollarının tamamının tükenmiş olması gerekir.
Yani: Önce süper yavaş adalet sisteminde hak ara.
Git, senelerce mahkemelerde takıl. Ömrünü tüket.
Hızlı olmayan adalet, adalet değildir. Değil mi?
Türkiye'de hak aramanın sistemli bir işkence yöntemi olduğunu şimdi değil ama ileride tarih kitapları yazacak.

Peki ya isyanım neye?

Inna'nın sınır dışı edilmesine.




Bir Kanun Kaçağıyla Evlenmek

Neyse... Çok dağıldık.
Konumuza dönelim.

Devletle şu güne kadar pek bir sıkıntım olmadı.
Taa ki geçtiğimiz pazara kadar.

3 senedir böyle.
Inna'nın memleketi olan Yambol'a gidebilmemiz için Edirne'ye gideriz. Orada terminalden babası alır ve 5-10 dakikada sınırı geçip 1 saat uzaklıktaki Yambol şehrine ulaşırız.
Olay bundan ibaret yani.

Ancak bu sefer sınırı 5-10 dakikada geçemedik. Türkiye Cumhuriyeti giderayak Inna'ya güzel bir kazık attı.

Tam Türkiye'yi terk ederken sınır kapımızda öğrendik ki Inna'nın oturma izni 30 Haziran'da bitmiş, 15 günlük serbest durma süresini de 9 gün ile aşmış.

(Bu arada oturma iznine dikkat çekmek istiyorum. 30 Haziran. Diplomalar 3 Temmuzda verildi. Yani devlet diyor ki, 'hiiç yüksek lisansla falan uğraşmaya kalkma, önce bir Türkiye'den çık, sonra ne yapıyorsan yap.' Fransa'da yaşayan Türkiye'li kuzenime Fransız devleti kira yardımı yapıyordu. Niye? Sırf Fransa bilim ve kültürüne katkı sağlıyor diye...)


Esasında sorun yok. Bu gibi durumlar çok olur. Bırakırsın geçer giderler. Inna'nın babası vakt-i zamanında defalarca yaşamış bu durumu. Sonuç olarak okumaya gelmiş bir genç kız bu. Şüpheli tavırlarıyla dikkat çeken, bilmem hangi diktatöryadan gelme Afrika'lı değil. Üstüne üstlük bu ülkeye vizesiz girebileceği, her girdiğinde 90 gün boyunca istediği gibi takılabileceği bir ülkeden geliyor.

Ama sınırdaki polis amca adeta düşman milletlerin ajanını saptamış gibi gururluydu. Cezayı tespit ederken kanunlara sarılmıştı. Ben "Ama yapmayın," dedikçe "Ama kanun bu," diyordu.

Arada "nerede okuyorsun," diye sormuş. "ODTÜ," cevabını alınca da büsbütün bozulmuştu. Kafasını sallayıp, yazıklar olsun dercesine işine dönmüş, ceza listesinden 9 gün değil de 10 günlük cezanın uygun olacağına karar vermişti.

9 gün aşma ile 10 gün aşma arasında bir fark vardı elbette ve o kanunlara çok saygılı polis memuru keyfince cezamızı arttırmıştı. Üstüne üstlük bunu, yanındaki diğer memurun kendisini sesli olarak uyarmasına rağmen yapmıştı!

400 lira cezası hiç sorun değil. O parayı cebimizden çıkarıp vermemiz 1,5 saniye sürer.
Sorun "Bir de 30 gün Türkiye'ye giriş yasağınız var," denmesi.

Devletlik hali budur işte. Keyfidir, çıkarcıdır...
Kim bilir neler geçer o sınırdan... Hep söylenir. Şu ilaçlar, bu içkiler, o uyuşturucular... Daha da fenası Habur'da teröriste kırmızı halı sermedikleri kalmışken Inna eli kanlı bir cani kadar olamaz.

O gün devletin polisi, yani devlet, Inna gibi akademik olarak başarılı, tanıdığım herkesten daha Atatürkçü ve üstüne üstlük Türk soylu birisini 30 günlüğüne bu ülkeyi yasakladı.

Çok büyük bir kayıp değil. İşlerimizi biraz sıkıştırdı. Bir şekilde hallederiz.

Ama devletin bu ihaneti... Paha biçilemez.

Cumartesi, Haziran 11, 2011

Inna Zlatimirova Yaneva'dan

Dün gece pek rahat uyuyamadım. Zaten akşamdan kafam bozulmuştu. Sabaha kadar türlü türlü kabuslarda bir şeylerden kaçıp, birileriyle uğraşıp durdum.
Bir ara susamışım, kalktım.
Uykunun neresinde olduğumu bilmesem de çok geç olduğunun farkındayım.
Inna yanımda değil, salonda bir şeylerle uğraşıyordu.
-
Sabah rutinimden sonra Facebook'ta Inna'nın sabaha karşı neyle uğraştığını gördüm. Ürperdim.

Buyrun...


GELDİĞİM ÜLKE BU DEĞİL

by Inna Zlatimirova Yaneva on Saturday, June 11, 2011 at 4:53am

2007 yılında, 23 Temmuz günü Marmaris’te sahilde otururken, ‘muhalefet’ gazetelerden bir tanesinin ilk sayfasına bakıyordum. Sinirime hakim olamayıp “Kim ya bu oy veren insanlar?! Yoktur öyle bir şey! Bunu da görecektik. Sandık yakacaksan bari tutarlı bir sayıyı yaksaydın!” diyerek masadaki arkadaşlarımla uzun süren bir tartışma başlatmış oldum.

Her birine hangi partiye oy verdiklerini sorduğumda ise aralarından biri “AKP” diye cevap verince nedenini söylemesini istedim.

Cevap: “Çünkü AKP ekonomimizi düzeltti. Çünkü çok demokratik.”

Şimdi görsem onu şunu sorarım: “Özgürlük tanımını da düzeltti, beğendin mi?”

-----

Ben bir Bulgaistan vatandaşıyım. Aslen babam bir Bulgar annemse bir Bulgaristan Türkü.

On bir yaşımdayken Türkiye’ye geldim.

Gelmeden önce bu ülkenin demokratik değil, İslamist diktatörlük olduğunu zannederdim.

Atatürk kim bilmezdim.

Türk halkı yobazdır zannederdim.

Kadınların kara çarşaflı, baskı altında bir yaşantı sürdürdüklerini düşünürdüm...

Yıl 1999, İzmir’e geldik.

Bir de ne göreyim: Türkiye hiç zannettiğim gibi bir yer değilmiş meğer.

Zamanla sevdim memleketi.

Zamanla tanıdım Atatürk’ü.

Zamanla benimsedim halkı.

Zamanla sahiplendim Türkiye’me!

Ben - bir Bulgaristan vatandaşı – sahiplendim Türkiye’ye.

“Ne Mutlu Türküm Diyene!” sözleri zihnimde yankılanırken, kalbimde sevinçle, gururla sevdim dört bir yanını, sevdim insanını, türküsünü, doğasını, tarihini bu ülkenin.

Gözyaşı döktüm her 10 Kasım’da.

Gözyaşı döktüm her 30 Ağustos’ta.

Ezberledim İstiklal Marşını, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesini.

Gururla baktım hep Türk bayrağına.

İstanbul boğazından her geçtiğimde gözümden akardı bir gözyaşı bakınca güzelim Istanbul’a...

---

Yıl 2002, aylardan Kasım oldu.

AKP iktidara geldi. Beraberinde farklı bir Türkiye geldi.

Yıl 2007 oldu.

Daha da farklı bir Türkiye geliyormuş meğer.

Yıl 2008.

‘Hepimiz’ ekranların başında, güzel bir haber bekliyorduk.

Gelmedi.

Yargıyı sorguladık.

Sorgulamaya da devam ettik.

Şimdi yıl 2011 olmuş.

Ağlıyorum.

Ağlıyorum ama bu sefer sebep farklı.

Ağlıyorum, can veriyor Türkiye diye.

Kızıyorum, zincirler takılmış bize bizden habersizce diye.

Cumhurriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Laiklik, Devletçilik, Devrimcilik.

Hangi biri kaldı soruyorum sana Türkiye!

Medyan susturuluyor; internetine filtreler geliyor;

yazarların, askerlerin hapislerde çürüyor; öğrencilerin coplarla dövülüyor;

işçileri işsizlikle savaşıyor; halkın açlıktan ölüyor;

kadınların tacizlere, çocukların eğitimde haksızlığa, azınlıkların ayrımcılığa uğuruyor;

terör sarmış dört bir yanını; yabancı semaye satın almış her şeyini.

Daha nice ‘hastalık’ bulaşmış sana Türkiye.

Daha kaç tane olması gerekecek?

Daha ne yaşamalısın ki “Yeter!” diyesin?

Yıl 2011 olmuş.

Korkuyorum.

Bekliyorum.

Buraya gelmeden önce bildiğim o hayali Türkiye gerçek oluyor gün geçtikçe.

Belki bir kurtuluş vardır diye bekliyorum, umut ediyorum.

Zaten bize ancak beklemek kalır.

Perşembe, Haziran 09, 2011

Mürekkep Lekesi




Rorschach'ın Günlüğü,

12 Ekim 1985,
Sabah sokakta köpek leşi,
patlamış karnı üzerinde tekerlek izleri.
Bu şehir benden korkuyor. Onun gerçek yüzünü gördüm.

Sokaklar lağımların devamı ve lağımlar kanla dolu. En sonunda giderler pıhtıyla kaplandığında, bütün sıçanlar boğulacak.
Seks ve cinayetlerinin birikmiş pislikleri bellerine kadar köpürecek ve bütün fahişeler ve politikacılar yukarı bakıp "Kurtar bizi!" diye bağıracak...

...ve ben de aşağıya bakıp fısıldayacağım: "Hayır."


-----

Who Watches The Watchmen?


1. Filminin romanı kadar güzel olduğu az eser vardır.

2. Gönül rahatlığıyla roman denebilecek de az sayıda çizgi roman...

Watchmen işte böyle bir yapıt. Çizgi romanı okuduktan sonra filmine baktığınızda ustaca ve zekice uyarlandığını görüyorsunuz. Çünkü Watchmen 'bunu' hak ediyor, daha azını değil.
Filtreler, ışıklandırma, açılar, kostümler, müzikler... destansı! Çizgi romanda ne görüyorsanız onu size bir sinema filmi halinde vermek için ellerinden geleni yapmışlar. Romanın her bir bölümün sonunda yer alan, geçmişe ışık tutan birkaç sayfalık düz yazı bölümleri bile sinematik beceriyle sahnelenerek filmin içine gömülmüş.

Watchmen kara mizah ile yıkanmış sarsıcı bir edebi bütünlük... Ne çocuklara ne de naiflere göre.
Yazarı Alan Moore'un diğer bir önemli eserinin de V for Vendetta olduğunu hatırlatmakta fayda var.




Ana hikaye 1985 yılında geçiyor. Arkaplanda ise soğuk savaş döneminde Sovyetler Birliği ve Amerika arasındaki gergin çağın karanlık bir yansıması var. Kostümlü kahramanlar mevcut ancak bir tanesi haricinde hiçbirinin süper gücü yok.
Süper güçleri olmayan kahramanlarla ilgili biraz politik, biraz yargılayıcı bir masal yani. Kişisel çıkmazlar, travmalar, toplumun ve toplumsal figürlerin karanlık yüzüne yoğunlaşan, acımasızca eleştiren ve bu amaç doğrultusunda da zaman zaman midenizi kaldırmaktan çekinmeyen bir eser.
Yani bizimkiler biraz sembolizmden anlasalar tam yasaklanmalık bir kitap!!!


Watchmen bin defa okunur, bin defa izlenir... Watchmen karakterlerinden Rorschach ise bin bir defa.



Siyah ve Beyaz

Yüzyılın 'Arıza' karakterleri arasında liste başı olmaya aday bir kahraman. Birinci derece cinayetten aranıyor. Aranmasa şaşarsınız. Ancak okudukça veya izledikçe her hareketine hak veriyorsunuz. Rorschach'ın bulunduğu karanlık dünyada Rorschach'ın gözlerinden baktığınızda yargılanması gereken tek bir şey varsa, o da Naiflik. Rorschach'ın doğrularına göre iyi bir insan kötüleri katletmeden yaşıyorsa o kişi gerçekte iyi değildir. İkiyüzlüdür, şerefsizdir.

Hayat kapkara... Walter Kovacs, yani Rorschach umutsuz.
İnsanlık onu hayal kırıklığına uğratmış. Ama o yine de savaşıyor. Ona göre her şey uçlarda. Ya siyah ya da beyaz... 16 yaşındayken o meşhur mürekkep testi şeklindeki maskesini edinme hikayesi var.
Genç Walter vasıfsız eleman olarak bir tekstil firmasında çalışıyor. Bir ara önüne iki doku arasında akan renklere sahip o meşhur kumaş geliyor. İtalyan genç bir kızın siparişi, bir elbise... Ancak kız elbiseyi teslim almamış. Çirkin bulmuş. Walter Kovacs "Yanlış," diyor. "Hiç de çirkin değil. Siyah ve beyaz hareket ediyor. Şekli değişiyor. Ama karışmıyor. Hiç gri yok. Çok ama çok güzel."
Gençlik dönemleri için 'yufka yürekliydim,' dese de hamuru böyle. Rorschach için gri yok. Sadece siyah ve beyaz var.



Kumaşı alan Kovacs eve götürüyor, biraz kurcalayıp bırakıyor. Kumaşı bir yerlerde unutuyor.
Daha sonra iki yıl geçiyor ve haberlerde İtalyan kızın ismini görüyor. Kitty Genovese... Apartmanının önünde saldırıya uğramış, tecavüz edilmiş ve öldürülmüş.
Haberin detaylarında yaklaşık kırk komşusunun Kitty'nin çığlıklarını duyduğu ancak bu duruma karşı bir şey yapmadıklarını, polisleri aramaya tenezzül etmediklerini yazıyor. Kitty yok edildiği sıralarda komşularının umursamazlığı öyle bir boyuttaymış ki bazısı aşağıda olan biteni izlemiş bile...
Hiçbir şey yapmadan izlemiş...
Bunu öğrenen Kovacs insanların iki yüzlülüğünü görüyor ve insanlığından utanıyor. Eve gidiyor ve kumaşı bulup kendine aynada bakabileceği bir yüz yapıyor.

Utanç daha iyi anlatılabilir mi? Veya insanlık onurunun yükü?


Walter Kovacs başta yalnızca maskeli bir kahramanken daha sonra trajik bir biçimde Rorschach'a dönüşüyor.

Bir gün küçük bir kız çocuğu zengin bir aileden geldiği sanılıp kaçırılıyor. Kötü bir hata. Fidye bile istenmiyor. Kovacs kızın ailesine söz veriyor. Karanlık insanları sorguluyor ve canlarını yakıyor. 14 kişiyi kim bilir ne halde bırakıyor. 15incisi şakıyor.

Adres.
Kovacs oraya gidiyor ancak görünürde bir şey yok. Arka bahçede iki köpek birkaç kemik için kavga ediyor. Kovacs etrafı iyice arıyor. Sobada küçük kızın kıyafetini, tezgahta derin kesikleri ve kanı, bir dolapta da kasap bıçaklarını buluyor. Köpeklere dikkatle bakınca uğruna savaştıkları şeyin küçük bir uyluk kemiği olduğunu görüyor.
Rorschach, Walter Kovacs'ın o gün o küçük kızla beraber öldüğünü söylüyor. Kovacs bambaşka bir insana dönüşüyor.
Rorschach sorumlu iti bekliyor. Eve geldiğinde köpeklerinin cesetlerini camlardan üzerine atıp herifi terörize ediyor. Daha sonra içeri girip hesabını kesiyor. Filmde itin kafasına satırla defalarca vuruyor. Çizgi romanda ise adamı bir odaya kelepçeliyor ve önüne ince bir et testeresi atıyor. Odaya kerosen döküyor ve yakıp çıkıyor.
Testere filminden önce yazılmış bu sahne, unutmayın. Adam ya bileğini kesecek ya da yanacak.
Rorschach dışarıdan izliyor. Odadan çıkan olmuyor. İt yanarak ölüyor.
Bütün bu sahneyi böyle renkli anlatmamın bir sebebi var: Rorschach'ın psikiyatrına söylediklerinin anlaşılması.

"Varlık tesadüfi. Uzun uzun bakıp hayal etmemize rağmen hiçbir deseni yok. Üzerine ne yüklemeye çalışırsak çalışalım hiçbir anlamı yok.
Bu dümensiz dünya şaibeli metafiziksel güçler tarafından şekillendirilmedi. Çocukları öldüren Tanrı değil. Onları kesip doğrayan kader değil. Ya da onları köpeklere yediren yazgı değil.
Biziz.
Yalnızca biziz."




Asabi, şiddet yanlısı, doğrucu, pragmatist, onurlu bir anti-kahraman... Siyah tarafı Nihilist, beyaz tarafı ise Hümanist. Arada hiçbir şey yok... Bu yüzden acıklı bir şarkı gibi.

Rorschach'ın adaletini izlerken kimi insanın aldığı hazzın psikoanalizini yapmak hiç de zor değil.
Rorschach hapiste. Mahkumların yarısı belki de onun yüzünden içeri tıkılmış. İlk gün yemek sırasında bekliyor. Şerefsizin birisi arkadan yaklaşıyor. Sözlü taciz... "Sen dışarıda pek bir ünlüsün, ben de burada ünlüyüm Rorschach! Dur sana imzamı vereyim." Elinde bir şiş beliriyor. Saplayacak...
Rorschach güçlü kötülerin ortasında kapana kısılmış iyi bir ruh. Sen mesela. Çocukken veya gençken kötü yürekli birileri tarafından kıstırıldıysanız anlamışsındır. Hiçbir günahı olmayan kişinin haksızca taciz edilmesi ve hatta yaralanması...
Rorschach elindeki çelik tepsiyle şişi engelliyor, önündeki camı kırıyor, fritöz yağını şerefsizin kafasına boca ediyor. Adamın yanan yüzünü görüyor, çığlıklarını duyuyor ve rahatlıyoruz.

Analiz: Güç gösterisi. Hayatına veya vücut bütünlüğüne karşı potansiyel tehditlerin şiddet kullanılarak yok edilmesi. Diğer avcıların bilinçaltına kaydedilen "Ben tehlikeliyim," imajı. Onlara bir uyarı.
Zaten Rorschach sahnenin sonunda bağırıyor. "UNUTMAYIN BEN SİZİNLE KAPANA KISILMADIM! SİZ BENİMLE KAPANA KISILDINIZ!"
Pek çok iyi insanın ıslak rüyası... Rorschach gibi güçlü olmak değil sadece... Hem onun kadar güçlü olmak hem de korkusuz ve kararlı olmak!
Çünkü Rorschach affetmiyor. Kötü, cezasını en ağır biçimde çekiyor. Bunu arzuluyoruz, çünkü kötü bir dünyada yaşıyoruz. İyi bir insan olmanın ödülünü almıyor, çoğunlukla cezasını çekiyoruz. Ve gün geliyor iyi olmak yorucu oluyor.
Hal böyleyken Rorschach'ın kırdığı her kemiğin sesi kulağımıza tatlı bir rüzgarın fısıltısı, çakılları yuvarlayan dalgaların sesi gibi geliyor.

Rorschach ben de dahil olmak üzere bir kısım insan tarafından çok seviliyor. Çünkü onun hükümleri hukuk felsefesinin ötesinde yer alıyor.
Gerçekte adalet böyle sağlanmaz... sağlanamaz.
Ama iyi insanların hayallerinde bu hep böyledir. Çünkü her şeyin bir bedeli vardır. İyiliğin bile...




Güzel bir Rorschach kolajı için...

Salı, Haziran 07, 2011

Bir Sana Bir De Osaka Şafağına Hasretim

Tek Rakibim JAL!* (*cepıniz eer laynz)

Bunlar Dekatora.
Etimolojisini açıklamak istediğimde o eski fıkra geliyor aklıma.
[90'larda dikkatli bir çocuk veya genç değildiyseniz bu fıkranın bir kısmını anlamayacaksınız. Sayfa 79'a devam edin. (hah!) ]
Sene 1990. Temel Amerika'dan dönüyormuş, onu havaalanında karşılasın diye Dursun'u aramış. Tabii o dönemlerde hatlar bugünkü gibi değil. Telefon uzunca bir süre bağlanamamış; bağlandığında da cızırtılı, ekolu rezalet bir irtibat olmuş. Sesler duyulmuyor, söyledikleri anlaşılmıyormuş. Neyse. Dursun sormuş, "Temel hangi firmayla geliyorsun?"
Temel de cevaplamış "Pan Am!" Dursun duymadığı için, bağırmış, "Nee?" Temel yeniden seslenmiş "PAN AM!" Dursun anlamamış "Ney ney?" Temel bağırmış bu sefer "PAN AM!" Dursun isyan etmiş, "Temel anlamıyorum, kodla da söyle şunu!" Temel sinirlenmiş tabii; avaz avaz bağırmış: "Panda'nın Pan'ı. Ananın...-"

Dekatora: Dekarosyon'un dekası, Torakku'nun Torası. Torakku bildiğin kamyon. Japon kamyon şoförlerinin hepsi olmasa da bir kısmı böyle araçlarla japon karayollarında direksiyon sallıyor. Krom kaplı aparatlar ve süsler, yüzlerce renkli LED, airbrush resimler... Şöyle bir iç geçirip "Japon'un kamyoncusu bile bir başka yahu!" diyebilirsiniz. Merak etmeyin, bu sizi kesinlikle vatan haini veyahut ecnebi özentisi kılmayacaktır. Çünkü göz var, izan var. Japon kamyoncusunun ekmek teknesini farklı dekore ettiği bir gerçek.
Bizimkilerden daha mı iyi peki? Daha mı güzeller? Onun cevabı burada değil, şahsınızda gizli! Yani siz ne derseniz o.
Ama tutup da işi "Sanat eseri lan bunlar!" boyutlarına taşımamak lazım. Haksızlıktır. Düzenbazlıktır.


Algıda Günahkarlık... Ama neden?

Çok sık yapılıyor. Yani... 'Sanatı elitlerin hegemonyasından kurtaracağız,' diye çok canlar yakılıyor.
Ota boka sanat denmesinden bahsediyorum. Genel kanı çerçevesinde kabul görmemesi muhtemel olan bir obje alınıyor; alkışlanıyor ve sonra da alkışlatılıyor. Sanki çok möhim bir kelimeymiş gibi "İşte san'at" deniliyor. (bkz. Kelimenin içini boşaltma)

Amaç belli.

Tamam. Muhalif olacağım, aykırı olacağım diyebilirsiniz. Hepimiz o fazdan geçtik veya geçiyoruz... Ama bunun için yerlere yatmaya gerek yok. Ayakta da aykırı olabilirsiniz.

Sanat nedir falan diye sormuyorum hem ayrıca.
Sanat tarihi hocasına veya neo-bişey akımına mensup sanatçıya sorsanız birbirinden farklı ama aynı derecede sinir bozucu cevaplar alırsınız. Herkesin kendine göre kriterleri var.
Kabul.
Ama ya sınırınız?

En aşağı neyi takdir edeceksiniz?

En çirkin neye "Bu değil ama!" diyeceksiniz?



Dur hele! Saykıdelik Rak Açıyorum...


Bana sorarsanız, kamyon dekorasyonu denen şeyin sanat ile bir alakası olamaz. Ne burada, ne Japonya'da! İşte bu yüzden de kamyonuna yazılar yazan, dere tepe resimleri çizdiren veya fütüristik ekipmanlar ekleten kişinin yaptığına "kötü sanat" veya kitsch veya başka bir halt diyemeyiz.

Yine bana sorarsanız, bu şeyler güzeldir. Sanat adına değil, varlık amaçları adına... Renkli, farklı, bir amaç için var olan, içindekinin ruh halini yansıtan şeyler...

Büyük sözler bunlar, beylik denen cinsten. Yani sanat adına... Ağzıma yakışır mı? Sanatın evrenselliğinden falan bahseden, umuda ve estetik inancına sahip olan onca insanın karşısında söylemek kolay mı?

Soruyorum:
Simsiyah tuvale sanat diyen modern sanat simsarı kadar korkunç değil mi kamyon şasisine iki tane oya koyulmasını yücelten Çakma Anadolu Hipster'i?

Dur. Olayı basitleştiriyorum.

Koyu kızıl duvarlar, ahşap dokusu ile tıklım tıkış bir kafedeyiz. Duvarlarda ergen Hollywood filmlerine ait afişler, sarkastik ihtarlar, isyankar manifestolar var. Sigara dumanı havada asılı kalmış, kıpırdamadan duran bir bulut. Gürültülü insanlar. Kadife ceketler. Sakallar. Kahve bardakları bir dudağa bir masaya değiyor.
Adam diyor ki "İnsanın yaptığı her şey sanat. Simitçinin ıslıkla çaldığı türkü bile! Birisi, bir diğerinden daha önemli olamaz."
Sonra Pink Floyd'dan bir şeyler çalıyor. Adam dinlerken kendinden geçiyor. "Ee abi," diyorsun. "Bu da sanat o da sanat değil mi?"
Tereddüt etmeden "Evet," diyor adam.
"David Gilmour sana o hazzı yaşatmak için 'bir hayat' tüketti. Bir şeyler yaşadı. Bir şeyler yaşattı. Parçalandı, birleşti. Kırdı, kırıldı. Maddeler kullandı. Belki birkaç defa ölümün kıyısından döndü. Düşündü, düşledi. Sonra senin dizlerini titreten o şarkıları yazdı. Ve sen şimdi diyorsun ki, simitçinin içli ıslığı ile Comfortably Numb aynı şey. İkisi de san'at. İkisi de yaratımın bir ürünü. İkisi de insani açıdan aynı kıymette. Öyle mi?"
Adam yutkunuyor, ağzını açacak gibi oluyor.
"Biliyorum. Sanat diye tanımladığın bir şeyin illa ki güzel olmasına lüzum yok. Asıl olay ne biliyor musun? Sanat diye bir şey yok. Yani o sanat, bu sanat... Bunlar yalan.
Ama bir anlığına evrenin biraz daha anlamlı bir yer olduğunu, bir anlığına yaşamlarımızın bir kıymeti olduğu yalanına inanırsak... Sence de o kelimeye ihtiyacımız yok mu? Yani madem yalan söylüyoruz bari bu yalanlara bazı kıstaslar getirelim. Mesela anlamsız bütün insan üretimlerine sanat diyelim. Hah işte... Burada aynı anda konuşuyoruz. Fakat ben bir noktayı reddediyorum. Her şey olmamalı. Çünkü biz insanlar bu kelimeyi bir onur nişanı olarak, bir yüceltme sembolü olarak kullanıyoruz. Ben içli ıslık türküsünü yüceltmek istemiyorum. Çünkü bir skim emek yok o işte. Ne zihinsel ne de fiziksel olarak. Ayrıca bir skim arkaplan da yok o işte. Yani, hangi bütünün parçası o, diye sorsam cevap bulamam. Hah işte Sanat sanat diye destursuz anılmasın dediğim kelam da bu! Birileri hayatını bu işe adıyor, bir şeyler üretiyor... Kelimeleri, notaları, çamuru alıyor, anlam oluşturacak şekilde birbirine bağlıyor. Üretim evrim geçiriyor; sudan karaya çıkıyor... Anlamlar değişiyor, derinleşiyor, bazen basitleşiyor ama hiçbir zaman birikimini yitirmiyor. Bu süreçte organizmalar tarafından milyarlarca kilo kalori enerji harcanıyor... Eser böyle oluyor. Sanat bu oluyor.
Buralara yaz günü kar yağıyor canım, ölene kadar seni bekleyemem, değil yani. Anladın mı?"

Sessizlik.

Kimse bir şey söylemiyor.
Tam o esnada internette bir video dolaşmaya başlıyor. Serdar Ortaç konser kaydı. Another Brick In The Wall'u söylüyor.
Aynı anda Şili'de bir yanardağ patlıyor. Depremler. Tayfunlar. Kasırgalar. Viral reklamlar.

Derken birisi çıkıyor ve tüküre tüküre konuşuyor:
"Sanatçı kamyon şoförlerini seviyorum. Japonları da. Bizimkilerin atası pehlivan, bunların samuray, ne farkı var? 'Arıza Geni' bütün memleketlerde ortak değil mi hacı?"


- dedi Can Toraman Torakku

Perşembe, Mayıs 19, 2011

Baby On Board


Dear Good Sir, Dear Kind Lady;
Dear keen driver, Dear neat chauffeur;

Hi,
How are you?
I?
I am the guy on your rearview mirror. Yeah, the one who rolls his eyes or violently shakes his head in a disapproving manner.
Don't worry, it's not just about you. It's everyday me... with your kind around.

When i see you from my regular point of view, say uh... driver seat, I find my attention risen and all my sensory receptors alert. Why?
Because you tell me to do so.

Really.
Its that triangular warning sign you put on your rear window saying "Baby on Board" or "Baby in Car" or worse "Princess in Car" and so...

Oh, no! I'm not mistaking you for someone else, like those "Arabada Bebek Var" people... It's just silly. That can't be you. We all know that you had been raised by British Au Pairs and developed an intellectually high level of mindset. We know that your foundation is so westerly that your parents gave you a middle name in ancient Greek and sang lullabies in Renaissance Latin. Pardon me sir/madam.
It's folie.

And hey! Can you just tell me what they are thinking? Please!
We all live in Europe. Putting your baby signs in Turkish?? That must be the definition of 'Crazy' in dictionary. Huh!?
You see, I don't understand those people who insist on keeping those Turkish Signs. Yes, It's Turkey we live in, but... We are not a third world country any more. Everyone is well educated and everyone can read and write in English... Even better than their Turkish!
So? What's the point of keeping those signs in Turkish? Are they trying to prove something? Or do they really hate their kids? Are they waiting to someone rear-end them and threaten the lives of innocent kids. (Although i believe that they will raise those kids as uneducated and avant garde as themselves. The State should take those kids into foster care.)

Yes. I just want to thank you for being there... Without you, mockery wouldn't be this much desperate and proud.

Take Care, drive safe...

Your CT scan

Cuma, Mayıs 13, 2011

"Syntax Error," dedi Başkan. Bakışlarını kaçırdı ve huzursuzca kıpırdandı.


YGS ile ilgili takipsizlik kararı veren Ankara Başsavcılığı şifre iddialarına yol açan programın yeni mezun bir yazılım mühendisi tarafından yapıldığını belirtti!



"

Bunun böyle olacağı belliydi.

Üniversitede 1. sınıf mühendislik okumuş herkes algoritma nedir; nasıl yazılır bilir.
[bilmeyenler içün: Algoritma, bir programın istenilen işi yapabilmesi için gerekli komutların mantık sırası; çalışma prensibidir.]
Bu kişiler için, YGS skandalında gerçekleşmiş olaylar fazlasıyla netti! Ne bir savcı raporuna ne de 'başgan' açıklamasına ihtiyaç oldu. (Niyetlerden değil, kabahatlerin iskeletinden bahsediyorum!)

Savcılık raporunda bu şekilde yazmasa da, güvenilir kaynaklardan aldığımız bilgilere göre suçlu ortadaydı!

Siz onu hep ön sırada içine kapanık çocuk olarak tanıdınız. Tenefüslerde dışarı pek çıkmaz, kimselerle fazla konuşmaz, önündeki kitaba bakardı.
Kızlar kıkır kıkır arkasından konuşur, sınıfın hareketli oğlanları sınav zamanı gelince ismini hatırlardı!
Siz de hatırladınız değil mi?
Hani şu üniversiteye başladıktan sonra kareli gömlek giyen; şenliklerde gömleğini içine sokan; dört senede okulu bitiren...
Hah işte o!

Yazılımcı... Yeni Mezun Yazılımcı!

Diyorlar ki sehven gelmiş dünyaya...
Sehven girmiş o bölüme...
Sehven bitirmiş...

Sebep de o ya!
Güzel ülkemin binlerce üniversitesi her sene sehven mezunlar veriyor. KPSS sehven adam alıyor. Adamlar sehven ÖSYM programlama sorumlusu oluyor.

Şaka bir yana, baş şüphelimiz, ösym'nin yazılımcısı...

Bu adamdan "rastgele" fonksiyonuna sahip bir program yazmasını istemişler ve adam da yazmış.
Yazmış ama ya kötü yazmış ya da kötü niyetle yazmış.
Çünkü bunu yazan adam veya kodu inceleyen/denetleyen bir kimse, tanıdığı bir başka kimseye "bak sistem şöyle çalışıyor," diye bir tiyo verirse, o tanıdığın takıldığı sorularda başarı sağlaması kaçınılmaz olacaktır.
Yani esasında "rastgele" fonksiyonu kısmen yazılmış. Seçenekler farklı ama cevapların birbirleriyle belirli bir patern(desen) içerisinde uyuşma durumu söz konusu.

Yani hadi diyelim kötü niyetli değil bu yazılımcı... Bir buçuk milyon insanın moralini sehven patlatmış... Peki böyle yapmasına ne sebep olmuş olabilir?

Cevap sadece bir çağrışımdan ibaret: Her adaya farklı bir kitapçık demek bütün bir YGS için (160x5x1.5x10^6) BİR NOKTA İKİ MİLYAR tane şık demek... Yani matbaadaki makineleri geçtim; o makinelere komut verecek bilgisayarın bir nokta iki milyar tane farklı şıkkın rastgele olarak basılmasına komut vermesi demek. VE tabii aynı zamanda bu bir nokta iki milyar rastgele şıkkın doğru sonuçlarını kafasına kaydetmesi demek...
Bilgisayar işinde bu tür şeyler çok uzun süren hesaplar değildir ancak göz açıp kapayıncaya kadar da bittiği de görülmemiştir.
Yazılımcının sehven patlattığı olayın sebebi de bu "süre" durumu ile ilgili olsa gerek.
"Heh; Ben bir desen kurayım da bari, baskı, kayıt, kontrol işleri daha hızlı olsun."


Tabii yerseniz...


Türkiye'de bu işi bir rezalete çeviren nokta ise farklı.
(Her makyevelist cephenin yapması gerektiği gibi) Topu daha ilk günden yazılımcıya ve onu denetleyen bir üst seviyedeki adama atmaları gerekiyordu. ÖSYM başkanı "derhal" bu kişiler hakkında (yalandan bir) soruşturma açsaydı kendileri böyle dillere düşmeyecek, gazetelerde komik komik fotoğrafları çıkmayacaktı.

Ama tabii, bir diğer hususu hatırlatmakta fayda var. Bazı iktidar sahipleri ve altlarında çalışanlar ne kadar makyevelist olursa olsunlar aynı cemaate mensup oldukları için birbirlerine bu türden kazıklar atamazlar. Birbirlerini kollamak durumundadırlar. O yüzden de işte bu boyutlara ulaşan hatalar yapabilirler.

Şimdi düşünüyorum ve aklıma yepyeni bir paragraf geliyor:

Bu iş AKP'ye birkaç puana mal oldu. Çünkü boru değil; 'ana yüreği' denklemi mevcut! AKP'ye oy vermiş bilinçli(!) ailelerin çocukları çekecek bu işin çilesini. Çocuğunun çilesi ana-babanın çilesini tetikler. Bu da tepkiye sebep olur.

Tabi yine de bir epik başarısızlık söz konusu değil. AKP'nin asıl adamları (tepedekiler ve The Diğeri) birkaç usta açıklama ile hem pozisyonlarını korudu hem olayı kınadı hem de aradan muhalefete laf çaktı... Buraya kadar her şey olağan... Paragrafı ilginç kılan şey ise sorunun kaynağında boylu boyuna uzanan beceriden yoksun bir bürokrat!

Şöyle biraz gözlerimi kısıp geleceğe baktığımda rahatlıkla görebiliyorum. Birkaç şapşal bürokratın epik başarısızlıkları bir gün AKP'yi iktidardan edecek. Çünkü şu ana kadar bin tane olay oldu ama yine de statükocu kitlenin midesi kalkmadı.
Kimsenin kılı kıpırdamadı.
Çünkü ortam sütlimandı.
Parti bunun için çalıştı. Yarın da çalışacak.
Ama hacimleri; dolayısıyla da riskleri büyüyor. Yarın bunlara yancı olan bir kişi çıkacak ve çok kötü rezil olacak; gizli kameralar, kayıtlar falan... Sonra bir başkası makamında skandala karışacak... Sonra da işte... malumunuz...

Her yüz kişinin kırk altısından bahsediyorum...
Onları, oldukları yerde korumak için ilim ve fen ışığında popülist operasyonlar yapan AKP'den bahsediyorum...

Bir gün bir koalisyon hükümeti olacaksa bunun sorumlusu işte o "aynı cemaatten olduğumuz için savunmak zorunda kaldığımız" bürokrat olacak!

"
dedi Can Toraman.

Perşembe, Şubat 17, 2011

Şems'in suçu ne?


Dağdaki Çoban
Güzel hanım kızımız ilk defa "Dağdaki çoban ile benim oyum bir olabilir mi?" diye sorduğunda çok içerlemiştim.
Hayır, babam çoban falan değil; ezilmişlerin yılmaz koruyucusu da değilim. Benim derdim, vakti zamanında çobanlığın Anadolu'da mistik bir meslek olarak benimsenmiş olması.

Şaka değil gerçek; kimi dervişler, kimi tasavvuf ehli zaman zaman bu mesleği Allah'a yakın olabilmek için tercih etmiş.
Bütün ahalinin kuzusunu koyununu alıp dağa tırmanmak ve günlerce ortadan kaybolmak tehlikeli olduğu kadar mistik bir deneyim. Bırak interneti, cep telefonunu; ışığın ateşle özdeşleştiği bir dönemden bahsediyoruz. İmparatorluklar yıkılır, kimse duymaz! Grip adamı öldürür, salgınlar istatistik yaratır. Dünya belki düz bir tepsi, iki menzil arası yolculuklar ise bir ömür boyu... Ve işte tam o anda hiçbir şey değil, bir deli çobansın.
İmkansızlıkların had safhada olduğu yegane meslek.
Eşkıyalar kol gezer; bir sopa, bilemedin bir yemek bıçağıdır tek silahın. Hava bir bozar, donar kalırsın dağın yamacında. Ayak basmamış yaylalarda kurtlar ve hatta belki kaplanların tehdidi dahilinde güvenebileceğin tek şey iri bir çoban köpeği olabilir. Kötü bir tuzak belki de bir ağaç dibinde unutulmuş iskelete dönüştürecek cılız bedenini.
Diğer yandan, yalnızsın. 1000 tane koyun olsa yanında ne fayda. Buz gibi bir hava; sınırsız bir ufuk çizgisi; hayalet gibi akan sisler; kapkara toprak; sımsıkı ağaçlar; damla damla ağlayan çimenler... Tam anlamıyla Vahşetin Çağrısı!
E bulacaksan orada, doğa ananın kucağında, bulacaksın Tanrı'yı.

Doğru konuşalım.
Derviş olmak her ne kadar çileyle özdeşleştirilse de popüler bir detaydır. Hayatımda bu mesleği ilgi çekici bulmayan bir insan daha tanımadım. Tabii çobanlık detayını bildiğinizde rahatsız oluyorsunuz oy mevzusunda.

Ara not- mini blog:
Aysun Kayacı'yı lanetleyen pek çok kişi sonradan söylediklerine hak verir oldu. O gün naiflikten yarılanlar, bugün totaliter tavra doğru yakınlaştıklarını gördü ve en sonunda isyan etti. Çoban değildi çatılan... Kömür ile, buzdolabı ile kandırılanlardı.

Velhasıl...
Bugünlerde derviş diyince akla beş yüz bin (500.000) (yarım milyon) satan 'Aşk' gelmesin de ne gelsin?
Yok pembe kapak, yok siyah kapak, yok sert ciltli... Tartışmaya ne lüzum var.
Akıcı mı? Akıcı.
Sabah programları izleyen kadınlara kitap kapağı açtırıp iki damla bilgi öğretti mi? Öğretti.
Unutanlara Şems'i hatırlattı mı? Aynen öyle!
E daha ne? (Uzatmayalım. Pragmatist düşünelim; Mutlu olalım...)

Modern Zaman Dervişi
Nasıl saatlerce Jack Bauer izleyip yollara düştüğümde Ankara'da her an patlayacak bir nükleer bomba varmış gibi triplere giriyorsam, Aşk bittiğinde de elbet bir miktar derviş oldum.
Gerçi tevekkül bir spor biçimi olsaydı ben hep zinde olurdum, orası ayrı; ama asıl egemen duygular ağırbaşlılık, sevgi ve birlik hissi oldu. Tam da Çorlu-İstanbul hattındaydım. Seyahat halinde olmak, bağımsız olmak, düşünmek, martılar falan derken bir ara ipler koptu.
Toparlandığımda Modern Zaman Dervişini açıkça düşlemeye başladım. Neye benzer, ne yer, ne içer, ne düşünür?
Alın size tam boy listesi!

Modern Zaman Dervişinin Çantasında Bulunması Gerekenler:
1- Duş Jeli + Lif + jilet = Derviş deyince akla pek çok şey geliyor da "Lan bu adamlar temiz mi, kokuyor mu?" kısmı gelmiyor. Haliyle... Varsayalım temizlerdi. Peki şimdi? Eskiden bir akar su bulmak veya bir kervansarayda tasla yıkanmak nispeten daha kolaymış. Hadi hamamlar hala var ama her yerde mi? Artık bu işin tek çözümü misafir evi, motel, otel vesaire. Kişisel temizlik önemli bir mesele. Aydınlanma yolunda buna dikkat etmeyenin de vay haline!

2- Dizüstü Bilgisayar + USB Modem = Yalnızca arş aleminde gezmek olmaz, siber alem de gezilmeli. Az kaldı, insanlar yakında beyinlerini de upload edecekler. Bugün milyarlarca kelime uçuyor o diyarda, milyonlarca insan bekliyor. Arayışını dünya düzlemine hapsedeceksen nerede senin dervişliğin? Şayet yobazsan; byte'lar arasında kutsal bir doku bulamayacağına inanıyorsan dön geldiğin yere!

3- Üç Kuruş + Altın Bilezik = Eskiden dervişlik neredeyse meslek bilinir, insanlar onları tanır, bilirmiş. Bir hana oturduğunda hayrına sana yemek alacak, konağına davet edecekler varmış. Marangozhanede çalışsan duanı alacaklarını bildikleri için bedelini misli misli öderlermiş. Peki ya şimdi? Kalksan "Ben dervişim," desen polisi ararlar! Ferrari'n varsa sat. Bir ömür yetecek kadar kuru ekmeğin olur. Şayet yoksa ufaktan bir altın bilezik edinsen iyi olur. İstihdam denen şey ekonomik bir çıkmaz. Binlerce işsiz varken kuru ekmeğini veya konağını sana sunacak olan iş de senden bir şeyler bekleyecek. Tabii, en az bir yabancı dil şart ha! Ona göre...
(Animatör Derviş steryotipi geldi şimdi aklıma... Bir tuhaf oldum. Aman deyim, evlerden ırak.)

4- Pasaport = Ben "Derviş dediğin seyyahtır," dediğimde bazıları "Sınırları olmayan bir dünyada yaşıyoruz artık," diyor. Lütfen o zaman bir zahmet bana çektiğim vize çilelerini açıklayın. 100 küsür kağıt vize başına... yurtdışı çıkış harcı, bir de temditler... Servet veriyorsunuz bir ufak seyahate. Zahmetleri de cabası!
Örnek dervişimizin gösterecek mülk tapusu, kredi kartı ekstresi falan olmadığını var sayıyorum. Bu koşullar altında pasaport edinebilir ancak Avrupa'ya giremez. Peki ya nerelere girebilir? Son 6-7 yılda yapılan antlaşmalar neticesinde, bilimum acayip Asya, Afrika ve Ortadoğu ülkesine!
("Ortadoğu kıta değil ki," diyenlerin yüzüne retorik kelimesini çarpıyorum.)

İyi. Yetti bu kadarı. Örnekler koşullara göre çoğaltılabilir. Esas önemli kısım dervişin ince ruhunun yapısı. O günlerden bu güne eminim Tanrı aynı yerde duruyor ve Aşıklar tarafından bulunmayı bekliyor. Ancak dervişlik bir yandan rehberlik, duyarlılık ve aydın olma durumu değil midir? Dünya aynı mıdır? Düşünce nereye gitmiştir?

Öyleyse nedir
Modern Zaman Dervişinin Kafasında Bulunması Gerekenler?
1- Küresel Isınma: "Yok artık!" demeyin. Var, vallahi var. Kağıtları kağıt çöpüne, camları cam çöpüne... Yenilenebilir enerji bir mesele! Destek ise dervişin gönlünde! (Kampanya sloganı oldu bu.)

2- Sosyal Düşünce: Feminizm kocası olmayan kadınların çıkardığı bir dedikodu değil. Sosyal Felsefede sayısız düşünür tarafından işlenmiş hayli ağır bir konu. Derviş kadın haklarına, toplum yapısına kulak asmayacak da neye asacak?
Peki ya sosyalizm? Marksizm mi yoksa Sosyal demokratik bakış mı? Derken ekonomi çıkar karşısına... Gelir dağılımı hakkında ne düşünür derviş? Keynesçi Ekonomi global krizleri önler mi? Liberal tavır daha mı realist?

3- İnsan Hakları: Derviş Fatiha kadar iyi bilmelidir İnsan Hakları Evrensel Beyannamesindeki o otuz kaideyi. Hoş, dervişliğin özünde o satırlardan daha fazlası vardır ama önceden düşlenenler şimdi kanun kabul edilmiştir. Bilinmelidir.

4- Bilim: Tasavvuf yolunun en gerçek sınavı olsa gerek. Bilimi ve getirdiklerini reddetmek yobazların işi. Derviş ise yobazlığın ötesinde. Evrimi öğrenip yorumlayabilmeli; Büyük Patlama'yı tanıyıp şükredebilmeli... Kuantum fiziği, atom altı parçacıklar, astro fizik, termodinamik... Bunları anlamayan derviş Tanrı'yı nasıl anlasın?
(Allah'ın Saylon'u bile... Neyse, neyse! Battlestar Galactica izlemeyenler için keyif kaçırtan yorumlar yapmayacağım.)


Sonuç: Seyyah dervişlik bu zamanda bambaşka bir şey olmalı. Bir değnek, bir hırka, bir lokma ekmek... bunlar birer metafor. Mavi hap yerine kırmızı olanını tercih ederseniz şayet şu yazdıklarımı bir düşünürsünüz.

Aşk ile kalın, (TRT sunucu repliği)
Can Toraman.

Cuma, Ocak 28, 2011

Baba, Oğul ve Kutsal Roman adına

Bir kitabın best seller olması onu kesinlikle iyi bir kitap yapmıyor.

Baraka(The Shack) 2008'de NY Times Bestseller'ı, 2009'da Amazon'da en çok satan olmuş bir kitap... 1,5 Milyon'un üzerinde satış rakamı var!

Süper! Son zamanlarda ben de popüler bir şeyler arıyordum. Akımlar ne yönde, ne gibi romanlar satıyor, bilmek lazımdı. Öncelikle Amazon'dan getirtmeyi düşündüm daha sonra ise vaz geçtim. Türkçesi varsa cümlelerime yardımı dokunur, diye düşündüm. Vardı ve aldım.

"Hristiyan Romanı" diye bir tabir olduğunu daha önceden bilmiyordum. Kitabı satın aldığımda da, sonrasında da böyle bir nesnel ayrım olduğundan haberdar değildim. Bu cehalet "Artık yeter..." deyip de satırları atlaya atlaya okumaya başladığım düne kadar devam etti. Bir de baktım ki böyle bir janr varmış ve bu bestseller roman da işte o janr'danmış.

Yanlış anlamayın; hiçbir zaman Hristiyanlıkla ilgili bir derdim olmadı. Ülkemdeki genel tavrın aksine, "iyi lan, en azından bunların manyak olanları intihar saldırısı yapmıyorlar..." diye düşünür, onların muhafazakarlarını bizimkilerden farksız tutardım. (Aralara not girmeyelim. Evet efendim, haçlı seferleri, dünyanın gizli efendileri, zulümler, ayrımcılıklar:Teferruat! Dünyadaki tüm kötü insanlar aynı dine mensuptur: Hoşgörüsüzlük Dini...)

Benim derdim bu türden romancılıkla.

Şefkatli bir agnostik olarak Tanrı'yı ve Dinleri içeren yapıtlar hoşuma gider. Zaten temaları hep aynıdır ve iyi bir romancılıkla yüreğinizi yükseltirler. Umut, inanç ve sevgi aşılarlar; yılda bir doz alır rahatlarsınız. Ama bu romanda bir hata var! Ufak tefek dini temalar içeren, evrensel düstura destek veren ortak noktaya giden bir yapıt değil bu. Evet sevgiden bahsediyor, evet acılardan konuşuyorlar amma... Kitap resmen dünyadaki tek dini Hristiyanlık olarak görüyor. (E ama Hristiyan Romanı, demeyin. Edebi eser olarak bakıyoruz şu anda. Zaten aksi durumda söylediklerimin tamamı yanlış olur.) Hangi dine mensup olursanız olun Tanrı'lı romanınızda diğerlerini "hiç" görürseniz, bu yazdığınız roman onu edebi boyutuyla inceleyenler tarafından "hor" görülür.
Ucu açık bırakılan her şey size hayal etmeniz için bir fırsat verir. Koyduğunuz bariyerler ise yapıtı kısıtlar. Bu roman hapis bir roman. Başka başka ihtimaller, dünyanın öte tarafındaki şüpheler yok! Yumuşak laflarla kaplanmış kesin yargılar var.

Üstüne üstlük kötü bir anlatıma sahip. Sahtekar repliklere sahip bir teslis portrelenmekte. Has Mitolojilerden bu yana insanlar defalarca Tanrıları veya Tanrısal varlıkları kişileştirip edebi zeminde birer karakter haline getirmiştir. Bu işin bir kuralı yoktur ama nedense edebi açıdan hiçbiri göze batmaz. Bunun en önemli sebebi ise bu karakterlerin hep süper bir gizem perdesiyle korunmalarıdır. Sıradan insan tavırları bile bir acayiptir. Kahveyi "Gece kadar kara, günahlar kadar tatlı" isteyen Mr Nancy'yi düşünün hele. Yazarın bu romanda betimlediği teslis ise anti-zenofobik (çok kültürlü) görünmeye çalışan neşeli bir grup. Herkesin keyfi yerinde; herkes bir boş işler peşinde, takılıyorlar.

Nazilerin üniformaları bu kadar etkileyici olmasaydı, herhalde ikinci dünya savaşı başladığı gibi biterdi.
Demek istediğimi anladınız değil mi?!

Normal aklı başında bir hristiyansanız bile bu kitabı yarıda bırakabilirsiniz. Acılar arasında kaybolmuş ve kendini körlemesine dine adamış olan 1,5 milyon insanı mutlu edebilecek, kilisede bulamadıkları cevapları onlara sunabilecek bir roman bu.
Sana bana göre değil yani...

Şunu sevenlere dönüp "Kardeşim, sen git bir Scott Adams oku," demek geliyor içimden.
Dinsel, Tanrısal temalı yormayan bir roman içün (üstelik online hali bedava; kitabı okuduktan sonra eşe dosta hediye etmeniz için paralı paperback'i de var):
http://www.andrewsmcmeel.com/godsdebris/

Beğenebilirsiniz.