Cuma, Kasım 25, 2011

Bulgaria'da Hayatta Kalmanın Yolları (Resimli Rehber)

KOMRAD!

"Where is Bulgaria?" she asked.
I said "Oh! It's somewhere between communism and 80's, in general."
-Any Visitor


Dünyanın herhangi bir yerinde “Aman Allah’ım ben nereye geldim?” diyecek kadar şaşırabilirsiniz. Kontrast denen algı vitamini her yerde mevcut. Keza Bulgaristan da durum aynı… Çok acayip, son derece enteresan bir sürü şey var ama bana sorarsanız o, “yok edici” unsur burada mevcut değil.

Farklı bir sürü şey var ama hepsi küçük küçük. Mesela Sırbistan öyle değildi. Huriler falan… Heh heh… Neyse.

Kısaca turistik bir duruşla Bulgaria…


Case Study #1: They say ‘No’ when they say ‘Yes’

Kayınpederim salonda oturuyor. Yanına gidiyorum ve “Biz markete gidiyoruz,” diyorum. Kafasını tasvip etmiyormuş gibi iki yana sallayıp bir “aha sıçtın” bakışı atıyor. Ben “Allah belanı versin damat!” demesini beklerken “tamam” diyor. Evden çıkarken kendimi tuhaf hissediyorum. Acaba niye memnun değil?

Marketten dönüyorum. Kayınpeder yine salonda. Bu sefer dizi izliyor. Diziyi biliyorum. “Çok güzel dizi,” diyorum. Kayınpeder dönüyor ve yine tatsızca kafasını iki yana sallıyor. Hayır demesini beklerken tutuyor, “Evet,” diyor.

Aman Tanrım! Yalnızca kayınpeder değil, Inna’nın arkadaşları da aynı şekilde.

Bir şey söylüyorsun. Başları hoyratça iki yana savruluyor. “Aha dövecek şimdi” diye beklerken “evet” diyorlar.

Bence poker oynamak için uygun bir yer değil. En azından rakibinizin yüzünü okumak sandığınızdan zor olabilir.

Akla gelen ilk soru: “Bir millet neden ‘evet’ derken veya bir şeyi olumlarken kafasını iki yana sallar? Şaka yapmıyorum. Bulgarların en ilginç özelliğidir bu. Kısa süreli konuşmalarda mini mindfuck’lar yaşatan vücut hareketlerinin derinden etkilemediği kimseyi görmedim.

(Hoş gerçi, dünya üzerinde “Hayır” anlamında gözlerinin beyazını gösterip kafasını geriye atan bir tek Türk’lerdir derler ya neyse.)

Case Study #2: ‘Süper’ Market

Bizim migros onlarda Kaufland…

Giriyoruz markete ve Avrupa Ekonomik Arazisi ülkelerinin işgaline tanık oluyoruz. Elbette ki Bulgaristan çok üretici bir ülke değil ama bu kadarı da olmaz dedirtecek çoklukta Kuzey Avrupa malı mevcut.

Sıkıntı bunda değil elbette; sıkıntı köşeyi dönünce.

Ta da!



Bu sadece küçük bir kısmı...

Yanlış anlaşılmasın, olay yalnızca abur cuburdan ibaret değil. Liste salçalar, turşular, makarnalar diye devam ediyor.

Bir de şu var.



(İnanması güç ama bu da Türk Malı)



Case Study #3: Soundtrack of Bulgaria

Bir fincan kahve içmeye dışarı çıkıyoruz. Yürüme mesafesinde yalnızca yayaya açık yollar; yollarda ıhlamur ağaçları; ağaçların altında da bir sürü kafe var.

Kafelerden dışarı taşan müzik tıpkı arabada dinlemeyi sevdiğimiz ‘devet devet devet’ (99.9) radyosunda çalanlar gibi.

Oturuyoruz ve en son hitler eşliğinde zamanın döngüselliğini düşünürken kahvemizi içiyoruz.

Tiziano Ferro’dan Perdono; Eiffel 65’tan I’m Blue; Era’dan Ameno;

Backtreet Boys’dan Show Me The Meaning of Being Lonely; Enrique Iglesias’dan Bailamos;

Atomic Kitten – Whole Again; Juanes – La Camisa Negra;

Robbie Williams – Angels; Metallica – Nothing Else Matters; Ricky Martin – Livin La Vida Loca…

Marc Anthony – You Sang To Me; Kylie Minogue – Can’t Get You Out of My Head…

Hayır, zaten etrafınızda görebileceğiniz bütün dekor parçaları bombeli plastiği, aliminyum doğramaları, lastik çiçekleri, tozlu camlarıyla 50’lerin, 80’lerin ve 90’ların üst üste binmiş, bütünleşmeye çalışan bir hali gibi… Bir de üstüne benim çocukluğum, bir başkasının gençliğine denk gelen ve tarihte “kayıp çağ” olarak nitelendirilen 90’ları dinlemek… Kendi içlerimizde saklı bir nostalji havasını çaresizce hissediyoruz. Kelimeler ağzımızda donuyor, eşlik ediyoruz.

Sorabilir, sorgulayabilirsiniz. Olur mu öyle şey, diye. Haklısınız.

Elbette buradaki insanlar da Jay-Z, Lady Gaga falan biliyorlar ve çalıyorlar ama... nedense... bütün dünyanın 90’larda, 2000’lerin başında dinlediklerini tercih ediyorlar. Saygı duyuyoruz.

Case Study #4: Folklorik Musiki İşleri

Dönercideyiz, döner yiyoruz. Türklerin işletiyor olması çok bir şeyi değiştirmiyor. Televizyonda Bulgar müzik kanalı açık…

Pardon Bulgar Pop-Folk kanalı…

Pardon pardon… Bulgar Softcore kanalı!

Lokmam bir ara boğazımda kalıyor. Trakya havası eşliğinde erotizmin doruklarına ulaşan sahnelerden gözlerimi ayıramıyorum. Hayır efendim tahrik falan olmadım. Bir başka mini mindfuck da burada yaşıyorum. Ney? Nasıl? derken Inna hatırlatıyor “İşte bak o bahsettiğim Çalga denen tür.”

Üstüne bir de pis pis gülümsüyor. Biliyor ambale olduğumu.

Böyle bir tür var. Klipleri fantastik, sözleri imalı…

Bir ara bir tanesini tercüme ediyor:

Vereyim mi sana,

Vereyim mi sana,

Vereyim mi sana,

Kalbimi…

Bir izleyin derim.


Case Study #5: Kıvanç Tatlıtuğ Syndrome

Vakti zamanında Türk isimleri zorla Bulgar isimlerine dönüştürüldüğünde gıkı çıkmayan bir milletin yıllar geçip de Türk dizilerini pek bir sever hale gelmesini anlamak için ciddi sosyolojik çalışmalar yapmak lazım. Kavak Yelleri falan hikâye… Küçük Sırlar neredeyse prime time’a konacak; Yaprak Dökümü herkesin aklında; Muhteşem Yüzyıl satın alınmadan önce youtube’da Bulgarca alt yazılıydı.


İsim Şehir:

Zannediyorum ‘Sovyet’ kelimesi her halde en çok mimarları irite ediyordur. Demir Perde ülkelerinin en bilindik ortak yanı işte o kaba saba bloklar, komün yaşamın arı yuvaları değil mi?



Kimse aksini iddia etmesin: Düşüncesi, düşü, ahlakı, vicdanı, temelleri veya duruşu ne olursa olsun kapitalizm kadın, komünizm erkektir.

Liberal sanat ve mimari kıvrımlara sahip ürünlerle; hadi olmasın, en azından ağzınınızın suyunu akıtan narin çizgilerle doludur. Sosyalist taraflarda ise (atıp tutmak için çok gencim ama yani Polonya'da da bulundum şimdi lütfen biraz kredi verin) binaları ve heykelleri topraktan fışkırır, erekte bir güçle dikilir.



Ayn Rand ile ilgilenmeyenler bu bölümü atlayabilir:

[[

Ayn Rand, Roark'ı tasarlarken kendi yaratabilme kapasitesinin ötesinde bir karakter tasarlamıştır.
Roark sosyalizmin de, kapitalizmin de ötesinde bir varlıktır.
Ancak Ayn Rand'ın sçtığı nokta, Roark'ın sanatının tanımı ve Roark'ın copy-paste'i olan diğer insan üstü "objektivist" karakterlerini yaratmasıdır.

Roark bireycidir, ama onun gibi dizayn edenler hep sosyalistlerdir.
Roark romanın sonlarına doğru TOKİ işine girer. Tamamdır. Doğrudur. Süper idealist bir kapitalist sistemde işte o konutlar gibi konutlarda yaşamalıdır bireyci insan... Ama gerçekte bu böyle olmamaktadır.

Roark liberaldir. Toplumcu veya altürist değildir. Bu duruş ona yakışır... Ama Atlas Silkinmeseydi her şey daha iyi olurdu...

]]


Bitti.

Dil:
Sordum, "Sizde Türkçe kelimeler varmış," diye.
Cevapladılar: "Aysiktir!"

Güldüm.
Devam ettiler: "Duvar, tavan, perde, dolap, çekmece, tamam, ama, yavaş yavaş, çeyiz..."
Turist iken, konuşurken, küfrederken, dikkatli olmalı. Papazın bile Türkçe konuştuğuna şahit oldum.
Aman diyim.


Bakıç Açısı:

Sordular, "Sizin orada kızları satmak yasal mı?" diye. Baktım yüzlerine öylece...
Devam ettiler: "veya öldürmek???"
Ama şaşırmadım.
Karısını kızını parçalayan orospu çocuklarına keyifli ceza indirimleri uygulayan adalet sistemi elbetteki elalemin maytap konusu olacaktı!



Ve Daha Neler Neler:
Sonuç olarak insan her yerde aynıydı. Sıcak yaz gününde ayranın serinlettiği yalanına Bulgarlar da kanıyordu. Öte yandan farklıydılar da. Reklam panolarında meme ucu göstermek ahlaksız bir şey değildi onlar için... Milletçe 100 liraya bir depo benzin dolduracak türden vergilendiriliyorlardı ne yazık ki... Müttefikleri sayesinde taa ne zaman "Uzaya çıkan ilk Bulgar"ları olmuştu ve biz hala Sabiha Gökçen'i tartışıyorduk. Bizim çocuklarımız içkili lokantadalar diye ailelerinden alınmaya çalışılırken onlar öğle aralarında bira içiyor, köylerinde kendi rakılarını üretiyor, şaraplarını ihrac ediyorlardı...

Geç oldu ama olsun...

Bulgaristan'a hoşgeldiniz.

Can Toraman